e2419-sevimburak

Delilere Yazacağım

“Zaten bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs’at O. Bener okurudur.” Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi romanındaki Cemil karakteri böyle der. Çetin ceviz bir yazarın okuru olmanın insanı herkesten ayıran bir yanı olduğu doğrudur. Bazı iyi yazarları elinize alır almaz okuyabilirsiniz. Bir ön hazırlık yapmanız gerekmez, zorlanmazsınız. Bir kerede, soluk almadan okursunuz. Bazı başka iyi yazarlar ise çetin cevizdir. Defalarca deneyip yarım bırakabilirsiniz. Ha gayret! Bu sert, kendini kolay ele vermeyen metinlerin ardında sizi bir hazine bekliyordur. Gayret etmeli, emek vermelisinizdir. İlk türdeki yazarlara bolca örnek verilebilir. Nedir, çetin ceviz yazarların sayısı pek fazla değildir. İşe bakın ki onların okurları da kalabalık olmaz. Nitekim annesi Sevim Burak’ın mektuplarını yayına hazırlayan A. Karaca Borar, kitabın beşinci baskısına yazdığı önsözde şöyle der: “Sevim Burak her zaman az ama öz bir kitle tarafından sevilip okunmuştur.” (s. 15)

Sevim Burak’ın, oğlu Karaca Borar tarafından derlenip yayına hazırlanan mektupları “Mach One’dan Mektuplar” bunun neden böyle olduğuna (Sevim Burak’ın nasıl bir çetin yazar ve çetin kişilik olduğuna) güçlü bir ışık tutuyor. Daha ilk mektupta, Güzin ve Abidin Dino’ya yazdığı 20 Ocak 1967 tarihli mektupta şöyle diyor Sevim Burak:

“Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım. Aptallara da sevgim var. Ama delileri yaratıcı buluyorum…” (s. 24)

Kahir ekseriyeti Karaca Borar’a yazılmış olan bu mektuplarda Sevim Burak’ın duyguları tüm çıplaklığıyla, samimiyetle ve doğallıkla sergileniyor. Okuyoruz. Nedir, “duyguların yazıyla aktarımında doğallık ne kadar mümkün?” sorusu da bırakmıyor yakamızı. Sevim Burak bu mektupların yayımlanacağını düşünmüş müydü? Ona göre mi yazmıştı? Bilmiyoruz ama kimseden çekinmediği, gözünü budaktan sakınmadığı ortada.

Bir Hikâye Yüz Hikâye Demektir

Ömer Uluç Hollanda’da iken yazılan tarihsiz mektuplarda bir ayrılığın yaklaşmakta olduğunu hissediyoruz. Çok kişisel, duygusal ve özel mektuplar bunlar. Karı koca ikilisinin ilişkilerini muhasebeye çekişleri, belki de ayrılığa hazırlanmaları… Daha sonra, başkalarına yazdığı mektuplarda da Ömer Uluç’la ilişkisine şahit oluyoruz Burak’ın. Bu türden mahrem satırların yanısıra Sevim Burak’ın edebiyata, öyküye, kendi yazarlığına bakışını, ödüllere öfkelenişini, edebiyat hakkındaki düşüncelerini de görüyoruz. Yine, Güzin Dino’ya yazdığı mektuptan bir alıntıyla “nasıl yazdığına” bakalım:

“Hikâyeleri de bir türlü baskıya veremem. Daha içtenini yazabileceğimi kendi kendime inandırmak isterim. Böyle hikâyeler bitmez, bir yenisi, daima bir yenisi başlar. Bir hikâye yüz hikâye demektir benim için. Yüz hikâye de bir yılda biter. Bazen de bitmez. Benim için yazmanın ve yazar olmanın güçlüğü burada.” (s. 19-20)

Yukarıdaki satırlar, Sevim Burak’ın neden az ve uzun aralıklarla yazdığına ve yayımlandığına da ışık tutuyor, bir bakıma.

Neden az ve uzun aralıklarla yazıp yayımlandığına dair bir başka ipucu da Sevim Burak’ın mektuplarının çoğunda, satır aralarında beliriveren keskin öfkesi, küskünlüğü, yorgunluğu… Bunun özel hayatına dair nedenleri olmakla birlikte “edebiyat ortamı”na dair nedenleri de mevcut.

Sevim Burak, Yanık Saraylar ile katıldığı Sait Faik Hikaye Armağanını alamayınca on yedi yıl süren bir yayımlama perhizine giriyor. Tek neden bu değildir elbette ama bu olayın etkisinin yoğun olduğu mektuplarından da anlaşılıyor. Bilhassa Güzin ve Abidin Dino’ya yazdığı mektupta değinir bu olaya Sevim Burak:

“Ömer’in çok canı sıkılıyor. Serko, Paris’ten haberler gönderdikçe anlıyorum bunu. Aslında ben de üzülüyorum on yıl daha yazıp çizsek yirmi yıl daha isterler burada. Bir hikâye kitabı kâfi değil on hikâye kitabı istiyorlar (Sait Faik Armağanı örneğin). Daha birinci kitabı, belki ikinci kitabında bozulur, yazamaz, şımarır diye vermediler armağanı. On yıl önce yazmış üç, dört kitap çıkarmış kötü bir yazara verdiler, kötü olduğunu bile bile… Odun parası yokmuş, öbürünün odunu varmış diye, odunu olmayana para armağanı verecek kadar hesaplar yapıyorlar. Bütün bu konuşmalar geçmiş jüri heyetinde. Ben kat’iyen uydurmuyorum. Duyduğum zaman bir tuhaf oldum, acıdım bu adama ben de, iyi ki parayı o aldı, biz ondan daha iyi durumdayız, diye düşündüm.” (s. 30-31)

Sevim Burak’ın alaycı bir şekilde dile getirdiği olaydaki “adam” Cengiz Yörük’tür. 1966 yılının Sait Faik Hikaye Armağanı, “Çölde Bir Deve” adlı kitabıyla kendisine verilmiştir. (Aynı zamanda, Kuvayi Milliye kahramanlarından Yörük Ali Efe’nin oğludur.) Sevim Burak’ın o zaman yaşadığı küskünlük ve öfke, bugünün genç yazarlarının da kaderi gibidir aslında. Biz olaya dönelim tekrar: Jüride bulunan Memet Fuat, diğer jüri üyelerine mektup yazıp “Yanık Saraylar”a oy vermedikleri takdirde, jüriden büsbütün ayrılacağını bildirmiş. Nitekim de öyle olmuş. Sevim Burak’ın mektubuna bakılırsa, Memet Fuat’ın karşısına aldığı jüri üyeleri arasında Tahir Alangu, Behçet Necatigil ve Haldun Taner var.

Bu yüzden midir bilinmez, oğlu Karaca’ya yazdığı bir mektupta Haldun Taner’den “maskara” diye bahsedecektir Sevim Burak. 7 Aralık 1979 tarihli bu mektupta, Sevim Burak’ın bir piyesini (isim geçmiyor ama Sahibinin Sesi olmalı) sahnede görmeyi arzuladığı ama muvaffak olamadığı anlaşılıyor:

“Oğlum, piyesten şimdiye kadar ses çıkmamıştı, ikinci dönem oyunları koydular. Saçma sapan efsaneler ‘Deli Dumrul’ yok bilmem nerenin cinleri gibi Anadolu efsaneleri, bir de sosyalist yazarların şeylerini hâlâ evire çevire sahneye koyuyorlar. Brecht falan… Şu maskara Haldun Taner’in eski masalları, maskaralıkları sürüp gidiyor.” (s. 64)

Annen Olmak İstiyorum

Sevim Burak mektuplarını müsveddesiz yazmış. Dolayısıyla zihninin işleyişini takip eden satırlarda dil bilgisine, yazım noktalama kurallarına aldırmadığı yerler var. Bazı cümleleri ya da kelimeleri, vurgulamak için olsa gerek, büyük harflerle yazmış. Başladığı bazı cümleleri yarıda bırakıp başka bir yerden devam etmiş zaman zaman. Nedir, bütün bunlar okumayı çok fazla güçleştirmiyor.

Sevim Burak’ın mektupları muhtelif kişilere yazılmış ya da gönderilmişse de çoğunluğu ilk evliliğinden olma A. Karaca Borar’a yazılmış. Mektupların yazıldığı tarihlerde Karaca önce İngiltere, sonra da Amerika’da kalmakta. Sevim Burak’la oğlu arasında kesintiye uğramış bir ilişki var. Araya giren yıllar için pişmanlık ve üzüntü duyan Sevim Burak hastalıkla, yalnızlıkla geçirdiği son yıllarında oğlunu bir dayanak olarak da görmüyor değil:

“Canım Karacam ben baban gibi değilim; O, ‘Ben Karacadan, oğlumdan, bir şey beklemiyorum’ diyor. Bense bekliyorum. Senden zengin olmanı, sevilmeni, mutlu olmanı bekliyorum. Senden zenginliğinin bana geçmesini, bana yardım etmeni bekliyorum. Beni ihtiyarlamadan (çok az kaldı) arabalarda gezdirmeni, kürkler almanı diliyorum. Ve zengin olmanı Allah’tan dua ediyorum. Belki büyük bir ameliyat gerekirse ileride onu da sen halledeceksin. Beni Amerika’ya aldıracaksın; dünya güzeli ve çalışkan cin gibi kız kardeşin var. Onu da düşüneceksin. Senden bunları bekliyorum ve annen olmak istiyorum.” (s. 79)

Büyük bir samimiyetle, içini tamamiyle açarak sesleniyor oğluna. Onun iyiliğini yürekten diliyor. Yurtdışında kalmasının onun için daha iyi olacağını düşünerek Türkiye’ye dönmemesini öğütleyip dünyanın farklı yerlerini görmesi konusunda onu cesaretlendiyor. Hatta gerekirse, yurtdışında kalabilmek için bir mantık evliliği yapmasını dahi öğütlüyor. Klasik bir anne modeline sığmıyor Sevim Burak ve fakat verili roller içerisindeki bir anne gibi kaygılanıp evhamlandığı da sızıyor satırların arasına. John Lennon öldürüldükten on gün sonra yazdığı 18 Aralık 1980 tarihli mektubunda şöyle yazıyor sözgelimi:

“Kendine iyi bak. Kendini sevdir, seni sevsinler, sana iyi baksınlar. Dünyadan bunu istiyorum. Benim, yüzü kalbi gibi güzel oğluma bir şey olmasın. Canım Karacam, ameliyata girerken hep seni tekrar göreceğimi düşünerek gözlerimi kapıyorum… beni unutma. Mutlu yıllara. John Lennon’u öldürdüler, nerelerde dolaşıyorsun? Amerika’da bir zerresin, neredesin, bana küçük bir işaret ver seni göreyim.” (s. 82)

Sevim Burak’ın bazı öykülerinde bilhassa annesine ithaf ettiği “Ah Ya Rab Yehova” adlı öyküsünde, Tevrat’ın dilinden ve üslubundan esinlendiği bilinir. Annesi, Bulgaristan’dan göçmüş Yahudi asıllı, sonradan Aysel Kudret adını alacak olan Marie Mandil’dir. Bilindiği üzere, Yahudilikte soy anne üzerinden devam eder. Güzin Dino’ya yazdığı mektubun Abidin Dino’ya hitap ettiği bölümlerinde Kuzguncuk’ta yaşayan Yahudilerden, eski komşularından bahis açıp Yahudi olmakla ilişkisini şöyle anlatacaktır:

“Küçücük bir kızken burnum çok havadaydı, şimdi yerlere, yerin dibine indi. Yahudilerden, annemden utanırdım, nefretle karışık… Annem hep bir gün anlayacaksın der, ağlardı… İşte, şimdi bu bir avuç Yahudi, iki tanecik ev, bana anamdan kalanlar… Onun için yazdım Yehova’yı… Gerçek olduğu için gün geçtikçe daha da anlamlar kazanıyor…” (s. 27)

Karaca’ya yazdığı bir başka mektupta ise, Karaca Bey o sıralar Londra’dadır, şöyle diyecektir Sevim Burak:

“Sen, asla yararsız bir iş yapmazsın, bunu sonra anlayacaksın. Muhakkak yararlı bir şey yapıyorsundur. Sonuçta anlayacaksın, sonuç mühim, sende Yahudi kanı var. Niçin Yahudilerin bulunduğu yerlere gidip benim annem Yahudi demiyorsun da bizimkilerin içine giriyorsun?” (s. 75)

Başka bir mektuptan anladığımıza göre, Karaca Bey o sıralarda Londra’daki bir Türk Mahallesinde kalıyordur. Sevim Burak’ın burada “bizimkiler”den kastı o mahalle olmalı.

Benimle İftihar Edebilirsin İleride

Bütün bu mektuplar içerisinde dikkat çekici olan diğer bir nokta ise hastalıkla, yalnızlıkla, yoksulluk ve parasızlıkla boğuştuğu zamanlarda bile Sevim Burak’ın aklında hep edebiyat olması. Yazdıkları, yazmayı planladıkları, öyküleri, Ford Mach 1, oyunları… Tüm olumsuzluklar içinde dahi sanatı, kendi sanatını çok değerli bir nesne gibi pamuklara sarıp korumuş, saklamış bir yazar.

Artık yazma perhizinin sonlarına geldiği bir dönemde, Karaca’ya yazdığı bir mektupta (10 Haziran 1981), değerinin farkında olduğunu anlıyoruz yazarın:

“Gene bugünlerde, kuyruk acıları gibi beni hissediyorlar, bir türlü unutamıyorlar Yanık Saraylar’ı. Eski defterleri karıştırıyorlar. Anlayacağın araştırma konusuyum Türkiye’de… Benimle iftihar edebilirsin ileride…” (s. 117)

Mektuplarda edebiyat-sanat kamuoyunun yakından tanıdığı, okuduğu çokça isim, bazen nahoş biçimde bazen de Sevim Burak’ın öfkesinden nasibini alarak anılıyor. Murathan Mungan, Ali Poyrazoğlu, Nazar Büyüm, Memet Fuat, Ece Ayhan, Ömer Uluç, Cevat Çapan, Doğan Hızlan, Yaşar Kemal, Ahmet Oktay, Leyla Erbil, Murat Belge, Salâh Birsel (ki Salâh Bey, Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi adlı kitabının Paylot başlıklı denemesinde bin renkli üslubuyla Sevim Burak’ın ve bilhassa Yanık Saraylar’ın röntgenini çekmiştir), Sait Faik, Sulhi Dölek, Genco Erkal, Haldun Taner, Bilge Karasu, Nazlı Eray, Melih Cevdet, Adalet Ağaoğlu bu isimlerden bazıları.

Sevim Burak’ın iyi andığı yazarlar da var; Samuel Beckett ve William Faulkner’ı (Döşeğimde Ölürken kitabını) sitayişle anıyor ancak en büyük esin kaynağını ve en çok etkilendiği yazarı, oğluna yazdığı bir mektupta belirtiyor:

“Benim hocam, tanrım Kafka’dır, bilirsin, o’nu hiçbir zaman aşamayacağım için böyle kötümser yazıyorum ama, bu da büyük bir güç bana Kafka’dan gelen.” (s. 126)

Güzin ve Abidin Dino’ya yazdığı mektupta ise “Çok ıstırap çekiyorum bilemezsin. Yazamayacağım diye. Nefret ediyorum Dostoyevski ve Beket ve Kafka ve Joyce’dan gayrisinden” (s. 25) diyerek en sevdiği yazarları söylemiş oluyor.

Sevim Burak’ın muhtelif sıkıntılarla boğuşup yazmaya konsantre olamadığını da okuyoruz mektuplarında ama yazdıklarına ve kendi yazarlığına güveni tam. Nedir, onu zaman zaman hastanelerde yatmaya zorlayan hastalığı, parasızlık, evliliklerinin getirdiği mutsuzluk Sevim Burak’ın yazma serüvenini menfi etkiliyor:

“Kendi hayatımda hastalığımla, perhizle, kendi kendimle uğraşırken -para meseleleri- gittikçe küçülen o parayla nasıl yemek yiyebileceğimi hesap ederken bir de dışarıdaki meselelerle her an korkuda yaşamak bana gerçekten kötü etki yapıyor.” (s. 175)

Kendini “bir Mevlevi gibi” (s. 239) yazmaya adamak isteğiyle dolu olan Sevim Burak, yukarıda andığımız muhtelif nedenlerle bunu gerçekleştirememiş maalesef. Mektupların birkaç yerinde dile getirdiği bir sebebi daha var istediği verimle yazamamasının. Bugün bile kadın yazarların hanesine dezavantaj olarak yazılan bu sebep toplumsal cinsiyet rollerinden başkası değil:

“(…) Hem insanın sıhhati elvermez hem de kadın olduğum için sorumlu müdür gibi her şeyi bir yana bırakamıyorum. Erkek olmalıymışım. Onlar evde oturup sadece yazıyor, başka sorumluluk almıyorlar. Kadın alışverişe gidiyor. Yemek pişiriyor, çocuklara bakıyor, adama tepsiyle yemeğini götürüyor. Gerçekten de yemek yiyecek kadar bir zaman ve düşünce kalmıyor.” (s. 223)

Yazmak için çırpınan bir yazarın “sansürsüz” dünyası var bu mektuplarda. Okurunu bekliyor.

Onur Çalı

Mektuplardan yapılan alıntılarda şu baskı esas alınmıştır: Mach One’dan Mektuplar, Yayına Hazırlayan: A. Karaca Borar, Palto Yayınevi, 5. Baskı (2014)

Hece Öykü dergisinin 87. sayısında (Haziran-Temmuz 2018) yayımlanmıştır.