Edebiyat ortamımız, ülkemizin diğer ortamlarından farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az ve sair. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Hem, kağıt oyunu oynayanlar bilir; ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştım. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.
Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
Bu bandrol tutkusu bana biraz tuhaf geliyor. Yazarlığın tekke talebeliği gibi algılandığı başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Bir yazar elinde ürünleriyle ortaya çıkar ve hemen karşısında onu bu tekkelerden birine yönlendirecek birilerini bulur. Her ne hikmetse bu cemaatlerden birinin tedrisatından geçmeden, onlardan tövbe almadan yazar olmak mümkün değil memleketimizde. Bu eğitim sırasında önce senden yapabilme kudretini alırlar, ne idüğü belirsiz bir “gelenek” karşısında ne kadar küçük ve aciz olduğunu öğretirler politik doğrulara bulanmış bir dizi kural doğrultusunda, iğdiş edilmiş yaratıcılığına rağmen hala üç cümleyi, beş sayfayı arka arkaya getirebiliyorsan, bir de bandrolün varsa, tebrikler, yazarsın. Komik bu. Yazarlık bir mertebe, (eğer inanmış ve kendini adamış bir tanrıbilimci filan değilse yazan) kutsal bir uğraş ya da vazife değil. Yazıyoruz ve paylaşmak istiyoruz. Bence ilk kitabını yayımlatmaya çalışan yazarları bu kadar zor durumda bırakan da bu.
Yazmaya erken yaşta başladım. Bir yandan müzik yapmaya da çalışıyordum. Müziğe kesinlikle yeteneğimin olmadığını ama yazarken de bir o kadar rahat ve mutlu olduğumu fark ettim. Lise yıllarında yazmak gündelik zorunluluklardan, uğraşlardan arta kalan bütün alanı ele geçirdi. Bir iddiaya dönüştü hem. Geldiğim yere bakmadan Dramatik Yazarlık lisans eğitimi almaya başladım. Tiyatronun bir orta sınıf sporu olduğunu fark edecek kadar büyüdüğümde artık çok geçti, elimde üç dosya ve bağımsız tonla metin birikmişti ama memlekette yazarlık bir mertebe olduğundan, dolayısıyla sırtında bandrolü olmayan dosyalar kitaptan sayılmadığından “resmen” yazar olmak can sıkıcı bir zorunluluk haline geldi. 19’umda kitaplı bir yazar olmak benim için çok önemliydi halbuki, belki o zaman bu büyük sirkte bir yan gösteri sahibi olmak cazip geliyordu. Her neyse, hoş geldim.
Yazma uğraşını neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdın?
Tercih diyemem. Birçok türle uğraşıyorum ama bu kitap özelinde elimdeki malzemenin öykü olarak yazılması bir anlamda kaçınılmazdı.
Yayınevini nasıl belirledin? İlk kitabın yayımlanma sürecinde neler çektin?
2013 yılında tamamladığım kısa bir romanı nasıl değerlendirebileceğimizi hocam Şâmil Yılmaz’la konuşurken Raskol’un Baltası’nı önermişti. O dosya basılmadı.
Yıldızsız bebeği kimi eklemeler ve yeniden yazılmalarla iki yıla yakın zaman odamda benimle yaşayıp gelişimini tamamladıktan sonra yayımlanmasını istediğime karar verdim. Aslında bir yayıncıyla çalışma fikrinden epey uzaklaşmıştım, kitabı arkadaş arasında basma ve elden dağıtma fikri çok hoşuma gidiyordu, hatta Zeynep Üçöz çok güzel bir kapak çizdi, bir noktaya kadar ilerledik ve saire.
Boktan kısmı burasıydı zaten. İstanbul Edebiyat Kilisesi benim gibileri yazardan saymıyordu, buna karşılık bir ilk kitaba yayıncı bulmanın ne kadar zor olduğu malum. İlk deneyimimizden sonra ben Raskol’e yeni bir dosya yollamaya ürkek yaklaşıyordum. Geçen Mayıs’ta terkedilme, taşınma gibi deneyimler sinir uçlarımın üzerini soydu, açığa çıkardı iyice, sarhoş ve öfkeli bir akşamüstü Burak Fidan’a tekrar yolladım dosyayı. Sonrası sıkıntısızdı.
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde sana yol gösteren, yardımcı olan bir editörün oldu mu?
(Eğer olduysa, editöründen razı mısın?)
Editörüm Burak Fidan’dan razıyım. Bana her zaman dostça yaklaştı, tez canlılığıma ve kaprislerime sabretti, sanatçı olarak tercihlerime saygı duydu. Umarım o da benden razıdır.
İlk kitabınla hayatında neler değişti? Neler ummuştun ne buldun?
Övüldüğüm tweetleri retweet edebilme ehliyetine sahip oldum. Yazar olmak bir bakıma her zaman havalı bir şey ayrıca. Ama sadece bir bakıma.
Telifini alabildin mi/alabilecek misin?
Bir güven sorunu yok bu konuda.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Sen salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdin?
Dergiler benim yazdıklarımı pek beğenmedi. Mutfağa bardakla buz almak için uğradım, diyelim.
Kitabın yayımlandıktan sonra yakın çevrenin ve ailenin yazmak/okumak uğraşına bakışları değişti mi? Yazıyla ilişkinde ciddi olduğuna ikna oldular mı? Kitap sana bu anlamda bir özgürlük alanı ya da dokunulmazlık zırhı kazandırdı mı?
O zırhı kan, ter ve gözyaşı dökerek kazanmıştım zaten. Erken başlayınca, acemilik dönemini uzun tutma şansına sahip oluyorsunuz. O evrede eş dost buna alışıyor, yazdığınıza ve yazacağınıza emin oluyor.
Peki, bundan sonra?
Mavi yakalıyız: Yazmaya ve işe vücut sıvılarımızı bulaştırmaya devam.