Bir uyarıyla başlamalı: Yüz Kitap adlı yayıneviyle hiçbir bağlantım bulunmamaktadır. Kimler çalışır, sahipleri kimlerdir bilmem, tanımam etmem. Diyesim, birazdan yazacaklarımdan hiçbir çıkar sağlıyor (ya da sağlayacak) değilim.
Latifesi bir yana, o kadar kere Yüz Kitap’ı övdüm ki insanın “hayırdır birader, avukatları mısın yoksa yayınevine mi ortaksın?” diye sorası gelebilir. Hayır efendim. Adamlar (ve elbette kadınlar) öyle güzel kitaplar basıyorlar ki biz avare okurlara da bu kitapları okumaktan, gördüğümüz yerde eksikliklerini söylemekten (bu konuda da çok açıklar, bir bravo da bunun için) ve paşa gönlümüz isterse –şimdi yaptığımız gibi– birkaç kelam etmekten başka bir şey kalmıyor.
Yüz Kitap’ın son harikası, daha sosyal medyada görür görmez adına ve kapağına vurulduğum bir Adam Johnson kitabı: George Orwell Arkadaşımdı. Künyeden anlıyoruz ki Yüz Kitap burada bir insiyatif kullanmış ve kitabın Türkçe adını modifiye etmiş. Çünkü kitabın özgün adı Fortune Smiles imiş (kitapta yer alan öykülerden biri bu: Gülen Talih). Bu bizde sık yapılan bir şeydir. Genelde yabancı yazarların kitapları çevrilirken daha afilli isimler koyar bizim yayınevlerimiz. Bunda bir sakınca yok elbette. Adam Johnson’ın bu kitabında da (bence) isabetli bir isim değişikliğine gitmiş Yüz Kitap.
Gelelim öykülere… Durun durun, Adam Johnson kimdir, biraz ondan bahsedelim önce. Tevellüdü 1967 Adam Johnson’ın. Güney Dakota’da doğmuş. 2013 yılında Yetimlerin Efendisinin Oğlu adlı romanı ile Pulitzer Edebiyat Ödülünü kazanmış. İnşallah birazdan bahsedeceğimiz George Orwell Arkadaşımdı kitabı ile de birtakım ödülleri toplamış Adam Johnson.
Adam Johnson’ın mesele edinip ustaca bir yetkinlikle kaleme döktüğü konular ve kişiler birbirlerinden o kadar farklı ki öyküleri okudukça yazara şapka çıkarıp çıkarıp durdum. Bu özgün buluşlarının yanına –belli ki– sıkı bir çalışma da eklemiş. Çünkü bir yazarın hem Doğu Almanya’daki Hohenschönhausen cezaevine hem de Kuzey-Güney Kore yaşamına ve çatışmasına ait ayrıntılara hakim olabilmesi ve buralardan iyi öyküler çıkarabilmesi için epeyce çalışmış olması gerekir.
George Orwell Arkadaşımdı’daki öykülerin tümü çok iyi öyküler. Sadece İlginç Bir Bilgi ve Karanlık Çayır öykülerindeki üst-kurmaca, metinlerarasılık gibi oyunlu kurgu hakkında bile bir yazı yazılabilir. Nedir, biz burada kitaba adını veren öyküden bahsedeceğiz: 15 yıl boyunca Hohenschönhausen Cezaevinin müdürlüğünü yapmış olan Hans, köpeği Prinz’le birlikte cezaevinin eski lojmanlarında yaşamaktadır. Yıl olmuş 2008 ama Hans amcamız hala yaptığı işe toz kondurmuyordur. Stasi’nin işkence merkezi olarak kullandığı bu cezaevinde kötü şeyler yaşandığını dahi kabul etmiyordur, “Burada bırakın işkenceyi, tek bir mahkûm bile kötü muameleye maruz kalmamıştı” der. Almanya’nın dört bir yanından gelen öğrencilere, artık bir müzeye dönüştürülmüş olan cezaevinin rehberler eşliğinde gezdirilmesi, hele bu rehberlerin cezaevinde kalmış eski mahkumlar olması ona tuhaf ve yanlış gelir. Duvar yıkıldıktan sonra cezaevi de kapanmıştır ve fakat öyküye göre Müdür Hans ve arkadaşları bir yıl boyunca kayıtları yok etmişler ve ancak 1990’da kapatılmıştır cezaevi (Google’un demesiyle 1994 yılında müze haline getirilmiş burası). Hans en son 18 yıl önce girmiştir cezaevine. Kestirme yoldan gidelim: Öykü, Hans’ın bu kötü geçmiş(iy)le yüzleş(e)me(me)sinin hikayesidir. Adam Johnson, Hans karakterinin şahsi yaşamı üzerinden neredeyse bütün bir Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) tarihini önümüze serer: Duvardan Önce ve Duvardan Sonra.
Peki George Orwell nasıl arkadaşımız oluyor? Hans’a bağlanıyoruz: “Prinz’le Genslerstrasse’ye dönüp cezaevinin dış duvarı boyunca ilerliyoruz. Yukarıda dikenli çitler ve bir zamanlar elektrikli tellerin bağlı olduğu seramik izolatörler var. Etrafta yaşayanlar, herhalde mahkûmların eline geçer umuduyla, geceleri duvarın üstünden içeri kitap fırlatırdı. Bu civar sakinlerinin cezaevinin işleyişiyle ilgili ne kadar az fikir sahibi olduklarını anlamışsınızdır herhalde. Bu kitaplar, yeni gelen mahkûmların üstünden çıkan diğer şeylerle birlikte, bizim ‘kayıp eşya’ kutumuzun içine giderdi, ben de oradan alıp alıp eve, Gitte’ye getirirdim. Bu sayede ADC’nin en baskıcı zamanlarında bile 1984 okuyup Rolling Stones kasetleri dinleyebiliyordu.” (George Orwell Arkadaşımdı, s. 127-28)
Evet, kocası bu işkencehanenin müdürü olan Gitte (Brigitte) ancak Mick Jagger’a, George Orwell’a ve alkole tutunarak ayakta kalabiliyordur. Kurmaca Gitte’yi bir kenara koyalım şimdi, 1984’ü yazarak totaliter rejimlerin röntgenini çeken George Orwell bizim de arkadaşımız değil mi son zamanlarda?
Burada bir alesta çekiyor ve dümeni arkadaşımız George Orwell’ın bizatihi kendisine kırıyoruz sevgili okur. Daha çok 1984 ve Hayvan Çiftliği ile bilinen bu enteresan adamın iyi bir denemeci olduğunu da öğrendik son yıllarda, Sel Yayınları denemelerini bastıkça zevkle okuduk. 2017 güzünde ise günlükleri de yayımlandı Orwell’ın: Savaş Günlükleri.
Bu günlükleri 12 Mayıs 1940 ila 28 Ağustos 1941 tarihlerinde tutmuş arkadaşımız Orwell. Ve aslında savaşın nabzını tutmuş. O kadar ayrıntılı tutmuş ki bencileyin İkinci Cihan Harbi tarihine dair bilgisi kıt okurlar için anlaması zor günlükler bunlar. Nedir, şunu bir kez daha ve iyice anlıyoruz: Savaşlar ölüm, yoksulluk ve yılgınlıktan başka bir şey getirmez. 28 Ağustos 1941’de “artık kesin olarak BBC çalışanı” olduğunu kaydeder günlüğüne Orwell ve aynı gün, süregiden savaş hakkında da şunları yazar: “Herkesin giderek daha da fakirleştiği, uzun, bunaltıcı, tüketici bir savaşla karşı karşıyayız.”
Aradan neredeyse bir yıl geçtiğinde, 23 Temmuz 1941’de ise şunları döktürür günlüğüne: “Gerçekten hiç boş zamanım olmadığından, artık bu günlüğe eskisine oranla çok daha nadir yazıyorum. Ancak, yaptığım her şey beyhude ve harcadığım zamanı haklı çıkaracak şeyler gittikçe azalıyor. Herkesin durumu aynıymış gibi geliyor: korkunç bir yılgınlık ve vaktini boşa harcayıp aptalca şeyler yapma hissi, üstelik bunların aptalca olmalarının sebebi savaşın bir parçası olmaları ve savaşın zaten budalaca bir iş olması değil, savaşta yararlılık göstermemeleri hatta savaşa herhangi bir etki yapmamalarına rağmen, hepimizin katıldığı devasa bürokratik çarklar tarafından zaruri görülmeleri. BBC’den çıkan şeylerin büyük bölümü, hiç kimse tarafından dinlenmeden ve dinlenmediği onlardan sorumlu herkes tarafından bilinerek stratosfere gönderiliyor sadece.”
Burada tornistan edip arkadaşımız George Orwell’ı umutsuzluğun ortasında bırakarak (ne hainiz ama) dümeni bu kez, Avustralya’ya taşınmış olsa da Güney Afrikalı bir yazar olan J.M. Coetzee’ye (aka Kutsi) kırıyoruz. Üstadın Romancının Romanı (ki onun özgün adı da Elizabeth Castello’dur) adlı romanına bakacağız. Bu kitabında Coetzee, Elizabeth Castello adındaki romancı ablamız vasıtasıyla birçok can alıcı konuya el atar. Elizabeth C. dünyanın farklı yerlerine gidip çeşitli konferanslar verdikçe, aslında, Coetzee’nin edebiyata, roman sanatına, hayata ve bazı çetrefil meselelere bakışını izlemiş oluruz.
Elizabeth Castello, Appleton Üniversitesine “kendi seçeceği bir konuda” konuşmak üzere davet edilmiştir. Gider. Nedir, konuşmasıyla ortalığı karıştıracaktır bu ünlü, beyaz saçlı romancı hanım. İkinci Cihan Harbinde birkaç milyon insanın katledildiği ölüm kampları ile hayvanların katledildiği üretim tesislerini, mezbahaları ve laboratuvarları birlikte ele alır. Hayvanların her gün ve her gün katledilmelerinin soykırım dediğimiz şeyden aşağı kalır yanının olmadığını işaret eder. (Coetzee, bu meseleyi, elbette bu kadar kestirme bir biçimde önüne atmaz okurun. Etraflıca konuşturur E. Castello’yu.) Konuşmanın ardından küçük çapta kıyamet kopmuştur elbette. Gazeteler Elizabeth C.’yi Yahudi düşmanlığıyla suçlar, protestolar olur. Aynı meseleyi romanın bir başka bölümünde (yani Elizabeth Castello’nun başka bir konferansında) yeniden ele alır Kutsi. Ve fakat bizim huysuz Elizabeth C. goygoyculara pabuç bırakacak cinsten değildir: “Tüm hayvan nüfusunun köleleştirilmesi olarak değerlendirdiği bir mesele hakkında konuşmuştur o zaman. Hâlâ aynı düşüncededir. Köle: Yaşamı ve ölümü başkasının elinde olan varlık. Sığırlar, koyunlar ve kümes hayvanlarının durumu böyle değil midir? Et üretim fabrikaları gibi bir örnek olmasaydı arkalarında, ölüm kampları asla hayal bile edilemeyecektir.” (Romancının Romanı, s. 183)
“Laf lafı, laf tütün tabakasını açtırır” derler ya, bizimki de o hesap; öyküler günlükleri, günlükler romanları, romanlar dönüp dolaşıp yine öyküleri açtırıyor. Biz yine de tütün tabakamızı açalım, bir Old Holborn cigarası sarıp öyle devam edelim: Birkaç yıl önce Richard Brautigan’ın Revenge of the Lawn kitabından bir dizi öyküsünü çevirmiştim. Bunlardan biri de Almanya ve Japonya’nın Eksiksiz Tarihi adlı öyküdür. Bu kısacık öyküdeki anlatıcı, İkinci Cihan Harbi yıllarında bir mezbahanın yakınlarında ikamet ediyordur ve her gün orada kesilen domuzların seslerini duymaktadır. “Bahsettiğim yerde domuzları öldürüyorlardı, saatlerce, günlerce, haftalarca ve aylarca, güz yaza dönene ve yaz kışa varana dek. Boğazlarını kesiyorlardı, ardından tiz bir figan, bir çöp öğütücüsünde sahnelenen bir operayı andıran” der. Ve ekler: “Nedense, o domuzları öldürmenin savaşı kazanmakla bir ilgisi olduğunu düşünmüştüm. Sanırım bunun nedeni olan bitenlerle ilgiliydi.”
Bizim Richard Brautigan, sezdirmeyi bırakın artık, düpedüz şunu söylüyordur: Mezbahaların olduğu bir dünyada savaşlar da eksik olmayacaktır. Ya da: mezbahalara ses çıkarmayanlar, savaşlara da kulaklarını tıkayacaklardır.
Sadece mezbahalar değil sınırlar, duvarlar ve Hohenschönhausen‘ler olduğu müddetçe savaşlar da olacaktır.
Çok mu sert oldu? Eh, gerçeklerin sert olmak gibi bir huyu vardır!
Onur Çalı
Hamiş: Bildiğiniz üzre, Türkçe çevirisini okuduğumuz kitaplar gökten zembille inmiyor. Birileri bu kitapları çeviriyor, birileri editörlüğünü, redaksiyonunu yapıyor. Birçok insanın emeği var. İyi edebiyat okurları bir süre sonra (kitap kapaklarına adları yazılmasa da) perde arkasındaki bu insanları da merak etmeye ve giderek tanımaya başlar. Öyle ki kitap seçimlerinde bu perde arkası emekçileri de etkili olmaya başlar. George Orwell Arkadaşımdı kitabının perde arkasındakileri de anmalıyım: Çevirmen: Deniz Keskin. Editör: Mert Tanaydın. Kapak tasarımı ve illüstrasyon: Faruk Baydar. Kitap tasarımı: Mehmet Ulusel.