Yirmi altı yaşında hayata veda eden Alman yazar Wolfgang Borchert’in yalnızca iki yıl gibi kısa bir sürede yazdığı tüm öykülerinin yeni baskısı, 2017 yılının başlarında Yapı Kredi Yayınları tarafından Ama Fareler Uyurlar Geceleyin adıyla yayımlandı. Kâmuran Şipal tarafından çevrilen öyküler “Karahindiba”, “Bu Salı” ve “Sevimli, Mavi, Gri Gece” adlı üç bölümde sıralanırken yazarın manifestosu niteliğindeki üç metin ise “Bizim Manifestomuzdur” üst başlığı altında bir araya getirilmiş. Borchert, bu metinlerde hem yaşadığı döneme dair izlenimlerini paylaşıyor hem de bu dönemi eserlerine aktaracak sanatçılardan beklentilerini sıralıyor. Kitabın sonunda Borchert’in yakın arkadaşı Bernhard Meyer-Marwitz tarafından kaleme alınan ayrıntılı bir yaşam öyküsü de mevcut. Önsöz ise Alman yazar Heinrich Böll’ün imzasını taşıyor.
Borchert’in yazdıklarının temel hareket noktası, döneminin siyasi ve sosyal koşullarıyla birlikte kendi yaşamı. Bu yüzden öykü dünyasını bütüncül bir bakış açısıyla kavrayabilmek için öncelikle Borchert’in yaşam hikâyesinden kısaca söz etmek gerekiyor. 1921’de Hamburg’ta dünyaya gelen Borchert, gençlik yıllarında şiir yazar ve oyunculuk yapar. 20 yaşındayken Rus cephesine savaşa gönderilir. Gestapo tarafından ele geçirilen kişisel mektuplarında nasyonal sosyalizmi eleştirdiği gerekçesiyle yargılanır. Cephede yaralanmasına ve sarılık geçirmesine rağmen yargılandığı mahkeme tarafından ölüm cezasına çarptırılır. Kısa süre içinde bağışlansa da tekrar cepheye sevk edilir. Rus cephesinde zor koşullarda savaşırken Hitler karşıtı görüşlerinden dolayı bir kez daha tutuklanır ve dokuz ay hapis yatar. 1945 yılında evine geri döner ancak sağlık durumu kötüleşmiş, karaciğeri işlevini yitirme noktasına gelmiştir. Son bir umutla tedavi için gittiği İsviçre’de 1947 yılında yaşamını yitirir.
Borchert’in tüm öyküleri işte bu kısacık yaşamın izdüşümüdür. İkinci Dünya Savaşı ortamının yarattığı Yıkıntı Edebiyatı’nın (Trümmerliteratur) temsilcilerinden olan ve dışavurumculuk akımından etkilenen yazar her öyküsünde savaştan, açlıktan ve tutsaklıktan bahseder. Savaşın anlamsızlığını haykırır, açlığa ve yoksulluğa lanet eder, Tanrı’nın adaletsizliği karşısında isyanını dile getirir. Nihilizme kayan fikirleri olsa da ölüm karşısında yaşamı savunmaktan vazgeçmez. “Ve Almanya için ölmek istemiyor, Almanya için yaşamak istiyoruz” (s. 299) diyen Borchert, tüm karamsarlığına rağmen umudunu yitirmez. Savaş neslinin içinde bulundukları yaşam koşulları düşünüldüğünde Borchert’in karamsar bir bakış açısına sahip olmasını yadırgamamak gerekir. İnsanların iyilik ve güzellik gibi tüm yüce değerleri bir kenara bırakıp kötülüğü ve ölümü beslemeleri, bu nesli başka türlü yazmaya itemezdi herhalde.
Borchert’in az da olsa mizahi öğelere rastlanan öyküleri de vardır. Bunlar “Sevimli, Mavi, Gri Gece” bölümünde yer alan ilk eserleridir. Özellikle “Şişifoş ya da Dayımın Garsonu” öyküsü yine savaşla ilgili olsa da yüzümüzü güldürecek kısımlarla dolu.
Ama Fareler Uyurlar Geceleyin’deki öykülere biraz daha ayrıntılı bakacak olursak kitabın ilk öyküsü olan “Karahindiba”dan itibaren nasıl bir dünyaya gireceğimiz anlaşılıyor. Anlatılan olayların üzerinde düşünmeden, yaşananları sindirmeden sayfaları çevirmek mümkün değil. Okurken acı çekiyor, hüzünleniyor, hatta rahatsız oluyorsunuz. Cephede ölen askerlerin görüntüleri rüyalarınıza bile girebilir. Bu yüzden kitap oldukça farklı bir okuma deneyimi sunuyor. Borchert, “Karda, Temiz Karda” üst başlığını taşıyan öykülerde –Bowling Oyunu, Kucak Kucak Kar, Saz Benizli Kardeşim– Rus cephesinde savaşırken yaşadıklarını öykü kurgusu içinde ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. Her öyküde askerler var: eksi kırk iki derecede kafayı üşütmemek için Noel şarkıları söyleyen askerler, dinamitle açılan mezarın içine girip ölenlerin buraya sığıp sığmayacağını deneyen askerler, kafalarını uçurdukları kişilerin sayısını hatırlamayan askerler…
Tekrar “Karahindiba” öyküsüne dönersek burada hücre cezasına çarptırılan bir mahkûmun uzun monoloğunu okuyoruz. Anlatıcı, “Beni bu yaratıkla yalnız bıraktılar sonunda, ama hayır, yalnız bırakmakla kalmadılar, bir hücreye de tıktılar, her şeyden çok korktuğum bu yaratıkla, kendi kendimle” (s. 15) diyerek insanı kendi varlığından korkar hâle getirecek psikolojiyi oldukça çarpıcı sözlerle tasvir ediyor. Onu pasif bir konumda, her türlü eylemde bulunma olasılığından uzakta bırakmalarından yakınıyor. Korkunun ağır bastığı, karanlık, tekinsiz, hatta Tanrı’sız bir dünya yaratıyor. Borchert’in birçok öyküsünde Tanrı’yla konuştuğu, onun varlığını sorguladığı görülüyor. Örneğin bir yerde “Tanrı’sız yaşıyoruz” (s. 44) diyor.
Geleneksel öyküleme tarzının dışında, kendine özgü bir kurgu biçimi yaratan Borchert, klasik olay öyküleri yazmıyor. Öykünün başında genellikle öykü kişilerinin ruh hâlini veya mekânı tasvir ediyor. Bunun ardından anlatacağı olaya ya da duruma odaklanıyor. Kişinin içinde bulunduğu duygu durumunu yansıtırken doğrudan o duyguyu aktarmak yerine eğretilemelere başvuruyor. Örneğin “Kargalar Akşam Yuvalarına Uçar” öyküsünde şehri dolduran insan kalabalığını anlatmak için kargaların şehrin farklı yerlerine nasıl tünediklerinden bahsediyor. Belirli temalar üzerine yoğunlaşan Borchert’in yazdıkları arasında birçok ortak nokta mevcut. Hatta öykü kişilerinin isimleri bile –Timm, Hermann– aynı çoğunlukla.
Kitaptaki bazı öyküler, doğrudan yazarın içinde bulunduğu karanlık atmosferin panoramasını çizen ve ölümle hesaplaşılan metinler. Bunlar, ölüm karşıtı metin olarak nitelenebilir. Yazar burada kurgu yaratmaktan çok faşizm karşıtı propaganda yapmak için kullanıyor yazıyı. “Çatının Üstünde Konuşma” bunun güzel bir örneği. Anlatıcının duygusal bir patlama yaşadığı bu öykü neredeyse her satırı altı çizilmeye değer uzun bir monologdan ibaret. Aşağıdaki paragrafta insanların her şeye rağmen yaşamaya nasıl devam ettikleri şöyle anlatılıyor:
“Ve bizler, biz iki ayaklılar, biz insanlar, insan hayvanlar, birazcık kanları, özsuları, birazcık sıcaklıkları, kemikleri, etleri ve kaslarıyla bizler; katlanıyoruz buna. Çürüyüp kokuşması kararlaştırılmış olanlar. Rüşvetle değiştirilemeyecek biçimde kararlaştırılmış olanlar. Oysa bizler bitkiler yetiştiriyoruz. Yokoluşumuz haber veriyor kendini, geri dönüşsüz. Oysa bizler evler inşa ediyor, binalar yapıyoruz. Bizlerin ortadan kaybolup gideceği, defterinin dürüleceği, hiçliğe karışacağı açık seçik ortada, kayda geçirilmiş, bir daha silinip atılamaz. Artık bu dünyadan göçüp gitmemizin eli kulağında ve bizler, var olmaya devam ediyoruz. Hâlâ sürdürüyoruz var olmayı. Akıl almaz bir cesaretimiz var: Var olmaya devam ediyoruz” (s. 42)
Borchert’in üslubunun bir diğer belirgin özelliği de uzun monologlara ve sıkça yinelenen cümlelere yer vermesi. Bu yinelemeler, düzyazıya farklı bir ritim kattığı gibi anlatılanların döngüsel oluşuna da vurgu yapıyor. Ne de olsa bu dünyada her yol savaşa, hastalığa ve tutsaklığa çıkıyor. Bazı cümlelerde şiirsel ifadeler mevcut. Şiir de yazan Borchert’in öykü türünde belli bir müzikalite yakalamak istediği düşünülebilir. Ancak bu üslubun kimi yerlerde beni zorladığını belirtmek isterim. İçerikte ağır ve derin mevzularla boğuşurken bir yandan da okuduğunuz cümlelere takılıp kalabiliyorsunuz. Yazar bazı yerlerde karşısında biri varmış gibi okura sesleniyor, sorular soruyor. Yazdıklarının okuru şaşırtmasını, sarsmasını ve değiştirmesini amaçlıyor. Kitabın sonundaki yazıda Marwitz’in de belirttiği gibi yüksek sesle okunmak için yazılmış öyküler bunlar.
Kitabın kapağındaki tren rayları, birçok yerde imge olarak çıkıyor karşımıza. Trenler cepheye asker taşır, hapishane camından seyredilir, insanları sevdikleri kentlere taşır. Tren, yarattığı düşsel imgelemin gücüyle hep orada bir yerdedir. Tıpkı Borchert’in doğduğu kent olan Hamburg’un birçok öyküde yer alması gibi. “Billbrook” isimli öyküde Kanadalı bir başçavuş, savaşın harap ettiği kenti gezer. Ölü bir kenttir burası, adeta bir mezarlıktır. Billbrook, kentte canlılık belirtisi gösteren bir şeyler bulana dek sürdürür gezintisini.
“Mayısta, Mayısta Ötüyordu Guguk” öyküsünde sanatın gerçek karşısındaki acizliğini dile getirir Borchert. Hiçbir şair; kurşunlarla delik deşik olmuş bir akciğerin hırıltısına, ellerinde bağırsakları acılarla ölüp giden 18 yaşındaki bir gencin çığlığına benzer şiir yazamaz. Sanatçının gerçeğe yaklaşma çabası, sürekli olarak başladığı noktaya geri dönen Sisifos’un yazgısı gibi çıkışsız bir yol izler. Savaş karşısında her şey, gevezelikten ibarettir. Ancak Borchert’in ölmeden önce yazdığı son eser olan ve “O Zaman Yapacağın Tek Şey Var” adını taşıyan metin de savaş karşıtlığını vurgulamak için kaleme alınmıştır. Savaşa karşı herkesin güçlü bir sesle “Hayır!” diye haykırmasını ister. Onun insanlıktan son dileği budur.
Kendi kuşağının sesi olan, söylenmeyenleri cesaretle dile getiren ve acılarıyla yüzleşmeleri konusunda insanlara ilham veren Wolfgang Borchert, eserleri yayımlanmaya başladığında hem ülkesinde hem de Avrupa’da büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Ancak öyle makûs bir talihi vardır ki çok beğenilen tiyatro oyunu Kapıların Dışında, 1947 yılında ilk kez bir radyoda seslendirildiği sırada yaşanan elektrik kesintisi nedeniyle oyunu dinleyemez. Savaş ortamının koşulları, eserini dinlemekten bile alıkoymuştur onu.
Borchert’in sesi aradan geçen yıllara rağmen duyulmaya devam ediyor. Üstelik 2017, ülkemizde Borchert’in yılı oldu denebilir. Ama Fareler Uyurlar Geceleyin’in ardından Kapıların Dışında oyunu Can Yayınları, Hayır De! adını taşıyan şiirsel manifestosu ise Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Borchert, yüzleşmeye gönüllü olacak ve “hayır” deme cesareti gösterecek okurunu bekliyor.
Sibel Yılmaz