Münir Özkul ve Aydın Boysan’ın anılarına saygıyla
1.Ocak.18
Şu meşhur şarkıyı bilirsiniz belki, One of Us, Joan Osborne söyler hani. Bir yerde şöyle denir şarkıda, kaba bir çeviriyle:
Ya Tanrı içimizden biri olsaydı,
İçimizden biri gibi kirloş,
Otobüste gördüğümüz bir yabancı,
Evine gitmeye çalışan?
Tanrı eğer insan olup yaşasaydı, içimizden biri olsaydı yani, edineceği meslek hiç kuşkusuz yazarlık olurdu. Kendisi tarihin en çok ve en uzun satan üç kitabının (bir biçimde) yazarı. Darren Aronofsky’nin 2017 yapımı Mother!(Anne!) filminde de tanrıyı bir yazar olarak görüyoruz. Film dehşetli ve güzel. Dehşetli güzel hatta. Belki Yahudi-Hristiyan inanç geleneğine yabancı olanlar için sıradan bir psikolojik-gerilim filmi gibi görünebilir. Nedir, hikaye ilerledikçe ve özellikle evi istila etmiş olan güruhun anne’nin (adı yok) yenidoğan oğlunu yiyerek kurban etmesiyle taşlar yerine oturuyor. Bir kez daha izlenecek, tek seferle kalmayacak filmlerden.
Hamiş: Bugünkü günde, yaratıcı yazarlık atölyesi açmayan tek tük yazar kaldı, kelaynak gibiler. Bunlardan biri de, ne mutlu bize, Tanrı.
***
Salâh Bey Sözlüğü (7): öfke atına binmek
12 Aralık 1989 tarihli günlüğünden: “Benim kuşağımdan olanlar Aktör Kean’i yıllarca önce seyretmişlerdir. O oyunda iki kadının birden sevdiği bir aktör canlandırılıyordur. Kadınlardan biri Galler Prensi’nin kur yaptığı bir kontes. Öbürü de Kean’in ateşiyle yanıp yakılan Anna Damby adında bir genç kız. Nedir, Kean’in gönlü kontesten yanadır. Bir gece, oyun sırasında kontesi, Prens’in locasında görünce, öfke atına biner ve Prens’e akıl almaz hakaretler yağdırır. Bereket Prens, gönlü yüce biridir. Aktörün arkadaşlarının araya girmesiyle de Kean’i bağışlar.” (Bay Sessizlik, s. 131)
***
Hulki Aktunç’un genç yazarlara sorduğu acımasız soru bilinir. Hulki Bey bu soruya Kemal Tahir’le bir sohbetinden esinlenerek varmıştır. Yoldaşım Kırk Yıl’da anlatır:
Kemal Tahir’e şöyle bir şey sordum ben, ikinci ya da üçüncü gidişimdi. (…) Bir gün, “Çalışma masanızın arkasında Maksim Gorki’nin fotoğrafı vardı, şimdi o fotoğraf yok, niye?” diye sordum Kemal Tahir’e. Şöyle bir baktı… İlginç bir adamdı, baktığı zaman ne dediğini anlardın. “Çok önemli bir soru sordun, Maksim Gorki’yi severim, hâlâ seviyorum ama günün birinde şöyle bir şey düşündüm: Gorki olmasaydı dünya romanında çok büyük bir boşluk mu açılırdı, örneğin Dostoyevski olmasaydı dünya edebiyatında önemli bir boşluk açılırdı. Romanda bir çöküntü olurdu. Gorki olmasa bir boşluk açılır mıydı? Ben yine seviyorum onu ama duvara bir tek romancının portresini asacaksam o Gorki değil” dedi. Bu bana şöyle bir soru sorduruyor genç yazarlar için, “Dünyanın, ülkenizin edebiyatında nasıl bir boşluk gördünüz ki yazıyorsunuz.” Acımasız, bilince çağıran bir soru; çocuklar öykü yazıyor, Memduh Şevket okumamış, Sait Faik’i bilmiyor, Bilge Karasu okumamış… Ne yapılmış bilmiyor, dolayısıyla ne yapılacak bilmiyor… (Yoldaşım Kırk Yıl, sayfa 67-68)
Sonra kendisi için şöyle cevaplar malum soruyu: “O gaddar soruya tekrar gelebiliriz; birden bire Türk edebiyatından Hulki Aktunç’u yok etsen, sanırım ilginç bir dil, bir biçem eksikliği hissedilir diye düşünüyorum.” (YKY, sayfa 68) Alçakgönüllülük de ustalığın şanından, diye düşünüyor insan Hulki Bey’in bu sözlerini okuyunca.
2.Ocak.18
Akdeniz’e doğru kaçan Yunan birlikleri geçtikleri yerleri yakıp yıkarlar. Manisa da bundan nasibini alır. 5 Eylül 1922 gecesi başlayan yangın üç gün sürer. Şehir neredeyse bütünüyle yok olmuştur. Binlerce insan ölmüştür. Mudanya Mütarekesinden sonra Halide Hanım, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Asım Us ve Falih Rıfkı Atay, “Yunan zulümleri” hakkında belge toplayarak yazmaya girişirler. Manisa’ya da giderler. Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da şöyle anlatır izlenimlerini: “Henüz çürümeyen cesetler ve neredeyse henüz tüten yangınlar içinden geçiyorduk. Yakup, külleri savrulan Manisa’ya, cetlerinin şehrine iki eli böğründe baka kaldı. Yunanlılar, çekilişlerinde, yok edici bir tahrip yapmışlardı. Yanmayanlar, vakit bulup da yakamadıkları, yaşayanlar, fırsat bulup da öldüremedikleri idi. İki millet arasında yalnız birinin arta kalacağı bir boğazlaşma geçmiş olduğunu görüyorduk.”
1918’de Manisa’da dünyaya gelen büyük şair İlhan Berk de Yangın’a şahit olmuştur, Uzun Bir Adam kitabında anlatır: “Ben çocuk olduğum dünyayı alevler içinde buldum. Beş yaşındaydım ve Manisa yanıyordu. Bütün kent bir gömlekle dağa çıkmıştı. Askerlerimiz aşağıda düşmanla çarpışıyordu. Silah sesini ilk o zaman duydum. İlk topu, ilk uçağı da o zaman gördüm. Düşman, sözcüğünü de ilk o gün öğrendim, bir daha da unutmadım. Düşman yangın, top, tüfek demekti; daha çok da ölüm. Yanan kenti bir zaman dağdan seyrettik. Bir akşam kente indiğimizde de evimizin yerinde yeller esiyordu. Dağa çıkışımızı, sonra da inişimizi hiç unutmayacağım. Kentte hâlâ dumanlar tütüyordu. Halk ayakta kalan evlere sıkış sıkış yerleştirildi. Rum, Yahudi mahalleleriydi bu evler. (…) Burada ne kadar kaldık bilmiyorum. Yalnız elim, Halil İbrahim ağabeyimin elinde, bazen kenti dolaştığımız, bir o, usumda. Yıkıntı nedir o gün öğrendim. Sürülmüş tarlalara dönmüştü Manisa. Ayakta kalan kimi evlerin, dükkânların yalnız duvarlarıydı.” (UBA, sayfa 17)
Manisa’daki Büyük Yangın’ı anlatan bir başka yazar da Yusuf Atılgan’dır. O da İlhan Berk gibi Manisa’da doğmuş, yine onun gibi liseyi Balıkesir’de okumuştur. Atılgan, 1921 doğumludur. Yangın’ı hatırlamaz ama belli ki büyüklerinden çok dinlemiştir, araştırmıştır. Anayurt Oteliromanında birçok yerde bahsedilir Yangın’dan. Henüz kitabın başında, “Kasaba” başlığının altında şöyle yazacaktır Atılgan: Kasaba (ya da kent) minareleri, ağaçlı, geniş sokaklarıyla bu dağın eteğinde yayılır. (Geniş sokakları, parkları, arsaları oluşunun nedeni ‘Yangın’dır. 1922 yılı Eylül ayı başlarında Yunanlılar giderayak burayı yaktılar. Yaşlı adamlar ‘Her mahalleden eli silâhlı bir tek erkek çıksaydı yanmazdı burası’ derler. Çoğu dağa kaçtı; bütün gün bütün gece aşağıdaki büyük yangını seyretti.) (AO, sayfa 13)
Romanın sonlarına doğru da, eskiden, yani Yangın’dan önce mezarlık şimdiyse park olan Ulupark’ta oturan Zebercet’in yanına yaşlı bir adam oturur. O anlatır: “Yangın’dan sonra dağıldılar çoğu. Bizim ev de yandı ama ben ayrılmadım. Köylüler ekmek getirirdi arabalarla. Hanlara, hamamlara, camilere, yanmamış evlere, kaçan, öldürülen yerli Rumların evlerine, bağ damlarına, çadırlara doluşuldu. Yangın yerlerinde derme çatma evler yapılıyordu. Yanmıştık ama iyiydik, sağdık, kurtulmuştuk.” (AO, sayfa 92)
3.Ocak.18
Ortaokuldayken bir öğretmenim vardı. “Önemli” kabul edilmeyen bir branşın hocasıydı. Edebiyata meraklı olduğumuzdan, bir şiir kitabı olduğunu biliyorduk, okumuştuk. Yerel gazeteye yazılar yazdığını da bilirdik. İşte bu hocamız sınıfa girer girmez bize bir ödev verirdi. Kitabın şu bölümünü açın okuyun, filan derdi. Sonra da kendi kitabını açar okurdu, notlar alırdı. Yazı hazırlıyordu muhtemelen. Bir şeyleri yetiştirme uğraşındaydı. Adamın o zamanki aceleciliğini, zamansızlığını şimdi daha iyi anlıyorum. İşyerindeki masam, dolaplarım okunacak (ya da okunmakta olan) kitaplarla dolu, evde de durum aynı, her yer yarım kalmış işlerle, kitaplarla, dergilerle dolu. Keşke Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı gibi olabilsem; bir gelirim olsa, üç beş kuruş için günde 8 saatimi (yol ve öğle aralarıyla 10 saatimi) satmak zorunda olmasam. Çok isterdim. Belki o zaman yetişebilirdim okunacak kitaplara, yazılacak öykülere, yazılara, çevirilere… Belki.
***
Dünlükler’e 2015 yılının Temmuz ayında başlamıştım. Şöyle demişim başlarken: “Bundan sonra her gün olmasa bile hemen her gün bir şeyler yazacağım, günlük niyetine. Yazı ister istemez geçmişi imlediği için de bunların adı Dünlük olsun. Okuduklarım, izlediklerim, bakıp gördüklerim üzerine birkaç delibozuk söz… Kendi kendime konuşmamak için. İlaç niyetine yazı…”
Dünlüklerin gördüğü dördüncü yıl 2018. Eh bakalım, kendi kendimize iyi dilekler sunacak değiliz. Devam ettiği kadar eder…
Bu kadar çirkefin, pisliğin, kötülüğün içerisinde çok naif kaçacak belki ama edebiyat dolu bir yıl olsun 2018. Edebiyatla hemhal olmanın lüks ya da umursamazlık sayılmayacağı bir yıl olsun inşallah!
4.Ocak.18
“Kıvrak”ı googleladığınızda karşınıza ilk çıkan Trabzonspor’un kalecisi, adaşım Onur Kıvrak oluyor. Oysa benim bildiğim kıvrak, bizim oralarda kadınların giydikleri yeldirmeye benzeyen bir giysi. Yöresel bir kıyafet sanıyorum çünkü başka yerlerde kullanılan benzer kıyafetler olsa da kıvrak dendiğini duymadım, okumadım. Ben bir iki öykümde kullandım kıvrağı ama anlaşılmaz, bilinmez diye de endişelenmiştim. Yusuf Atılgan’ın Canistan (adı neden Canistan? Kendisi aslında İşkence adını koymayı düşünüyormuş) romanında da rastlayınca sevindim.
Adamımız Selim, Hacırahmanlı’dan kaçıp Selimşahlar çiftliğinde işe başlar. Keyfi yerindedir. Yaz gelip de okullar kapanınca, sorumlu olduğu küçük bağa, sabahları, ağanın kızı üzüm almak için gelir gider. Kız, Nebile’dir adı, güzelcedir, yakında Selim’in düşlerine girecektir. Bir gün, yaklaşmakta olan kıza uzaktan bakıp içinden şunları geçirir Selim: “Tertemiz, balıketinde güzel bir kızdı. Ak üstüne yeşil-kırmızı benekli giysisinin göğsü kabarmıştı. Köyde olsa kıvrak giydirirlerdi buna.” (Canistan, sayfa 35)
Onur Çalı