“Eğer bir yazar, bir başka yazar hakkında bir yazı yazmaya niyetlenmişse hiç şüpheniz olmasın ki, edebiyat hayatının en vahim hatalarından birini işlemek üzeredir; bunu herkes bilir.” Richard Yates’in Yalnızlığın On Bir Hali kitabındaki son öyküsü Yapı Ustaları bu cümleyle açılıyor. Yazarın bu uyarısını dikkate almak gerekir belki ama Yalnızlığın On Bir Hali son zamanlarda okuduğum en iyi öykü kitaplarından. Hâl böyle olunca kitaptan, doğaldır ki yazarından da söz etme gereği doğdu.
Yalnızlığın On Bir Hali ilk olarak 1961 yılında yayımlanmış. Yüz Kitap sayesinde, Yasemin Akbaş’ın Türkçe çevirisinden okuma olanağı buldum. Yüz Kitap ilgiyle izlediğim bir yayınevi. Seçkin öykü kitaplarını Türkçeye kazandırma konusunda oldukça başarılılar. Zaman içinde dizgi konusunda daha özenli davranacaklarını umarak bundan sonra ne yayımlayacaklarını merakla bekliyorum doğrusu.
Bir süredir üzerinde düşündüğüm konu şu: Yazarlar acaba yaşantıları süresince birkaç konuyu kafalarına takıp dönüp dolaşıp bu konularla ilgili mi yazarlar? Bu doğru bir tavır mıdır, kaçınılmaz mıdır? Yazarların hep aynı konular üzerine kalem oynatması ayrı bir mesele. Bir de yazdıklarının kendi yaşantılarıyla ne kadar ilişkilendirilebileceği konusu var ki bu da her ne kadar edebiyat magazininin alanına girse de bir yan soru olarak dönüp duruyor zihnimde. Bunları düşünürken karşılaştım Yates’in öyküleriyle. İki yüz kırk bir sayfalık on tane uzun diyebileceğimiz öykü; okul, askerlik, hastalık, yazarlık ve kadın erkek ilişkileri çevresinde örülmüş.
Richard Yates, 1930 doğumlu Amerikalı bir yazar. Reklam metinleri yazmış. Hatta kısa süreliğine Robert Kennedy’nin konuşma metinlerini kaleme almış. Türkçede birkaç romanı yayımlanmış. Yaşadığı sürece kitapları çok satanlar listelerinde arz-ı endam eylememiş. Ölüm tarihi 1992. Yates’in hayatını biraz araştırınca yazarın 2. Dünya Savaşında ABD ordusunda görevli olduğunu, 1946 yılında New York’a geri dönüp gazetecilik, hayalet yazarlık yaptığını ve amfizeme bağlı komplikasyonlar sonucu yaşamını yitirdiğini öğrendim. Bu bağlamda öykülerinin birkaçındaki kronik tüberküloz hastalarının yattığı koğuşlar, yerel gazete ofisleri pek tanıdık.
Kitabın adına tezat bir biçimde, öyküler; okul, hastane, ofis, askeri birlikler gibi kalabalık mekanlarda geçer. Buna karşılık yazar insanın en yalın içsel yalnızlık haline ışık düşürür. Bunu yaparken bireyin iç dünyasına ilişkin psikolojik analizlere yüz vermez. Gündelik olayların içine atıverdiği öykü kişilerini ustalıklı gözlemleri, başarılı diyaloglarıyla önümüze getirir. Yalnızlığın On Bir Hali’ndeki öyküler gerek sayfa sayıları gerek anlatım biçimleriyle olsun Türkçede bildiğimiz anlamda kısa öykü tanımının dışında kalacak öyküler. Sayfa sayıları yirmi ila kırk arasında değişiyor. Ayrıca anlatımcı öyküler. Yazarın anlatmadan sezdirmek gibi bir derdi yok. Öykünün alâmetifarikasının etki yaratmadaki başarısı olduğunu düşünecek olursak bir öyküye iyi öykü diyebilmek için uzun ya da kısa olmasının, açık ya da dolaylı anlatımın pek önemi olmadığı söylenebilir. İyi öykü eşittir etki yaratma gücü diye bir formül pekâlâ çıkabilir buradan.

Öyküler, ilk olarak İngiliz göçmenlerinin hayal edip kurguladığı “Amerikan Rüyası”nın toplum üzerinde etkisini iyiden iyiye hissettirdiği 1950’li yıllarda geçer. Yates’in neredeyse tüm öykü kişileri “Amerikan Rüyası”nın altın yıllarında çok çalışarak başarı ve şöhreti yakalayabileceğine inanan insanlardır. Aynı zamanda da cesaretsizliği, kaybetmeyi içselleştirmişlerdir ki yazar bu çelişkiyi duygu sömürüsüne yol açmadan görünür kılmakta pek mahir. Zora Doymam öyküsündeki Walter Henderson mağduriyetin barındırdığı gizil zevki içinde taşıyan tipik bir anti kahramandır. “(…) iyi yenilen biri olma rolünün kendisi için hep büyük cazibesi olduğunu inkar edemezdi.” Öykü, Walter’ın bir çocukluk anısıyla açılır. Arkadaşlarıyla hırsız polis oynarken vurulan kişiyi en başarılı canlandıran Walter’dır. Richard Yates, Jody Attı Zarları öyküsünde de bir gerilim ortamında Tennesseli Çavuş Reece ile Çavuş Ruby gibi zıt kişilikleri karşı karşıya getirerek karakterlerin zaaflarına işaret eder.
Yazar, Yabancılarla Gülüp Eğlenmek öyküsünde çocukların gözünden ilkokul öğretmeni Bayan Snell için bir gözlemini yansıtır: “İsteseler de Bayan Snell’den nefret edemiyorlardı, çünkü çocuklar için kötüler tamamen simsiyah olmak zorundadır; oysa Bayan Snell’in beceriksiz bir biçimde de olsa, kendi yordamınca gün yüzüne çıkabilen hoş bir yanı da vardı.” Öykü karakterlerinin hemen hepsi de Bayan Snell gibidir. Siyah ya da beyaz değil; tam da hayatta olduğu gibi gridir. Okur olarak olaylar karşısında nasıl davranacaklarını öngörmeniz de kolay değildir. Bir sonraki sahnede ne yapacaklarını sanki onları yaratan yazar da bilmiyordur, kendi başlarına hareket ettikleri duygusuna kapılırsınız. Bilenler bilir, bağımsız karakter yaratmak romanda bir parça daha kolayken öyküde bunu başarmak has yazarlara nasip olur. Okur olarak siz de Çavuş Reece’i, Myra’yı, Grace’i, Bernie’yi bildik kalıplarla tanımlamakta zorluk çekersiniz. Etrafımız yaşam koçları, kişisel gelişim uzmanlarıyla sarılmışken ve tam onikiden vuramayacağımız hiçbir hedefin olmadığı, her alanda başarılı olabileceğimiz düşüncesi kafamıza kazınmışken böyle hissetmekte bir gariplik yoktur belki de. Üstelik çoğumuz Yates’in karakterleri gibi mağlubiyeti, mağduriyeti bu derece içselleştirmişken.
Aysun Kara