Müteveffa kaplumbağa dostum Süleyman’ın (ö. 2003) aziz hatırasına…
26.Mart.17
Erdal Öz’ün, biliyorsunuzdur belki, uzun yıllara (1956-98) yayılan günlükleri kitaplaşmıştı geçtiğimiz aylarda: Yarın, Nasıl Bir Gün Olacaksın? Arada sırada kurcalıyorum. 1998 yılının 14 Temmuz’unda, gece saatlerinde ve “oldukça içkili” iken şöyle yazmış Erdal Öz: “Günlük tutmak, biraz da bir şeyler yazamamanın gerekçesi, gerekçesini açıklaması, o arada güzel bir şeyler söylüyor olmanın avuntusu gibi geliyor bana.” Sonra şöyle bitiriyor o günü: “Uyumak istiyorum. Kapatıyorum bilgisayarımı, uykulara gidiyorum.”
Bana da öyle geliyor çoğu zaman. Dişe dokunur, beni tatmin edecek bir şeyler (öykü, öykü, ille de öykü) yazamadıkça daha çok sarılıyorum dünlüklere. Tamam, öykü yazmadığım zamanlarda dünlük yazıyorum ve fakat bir yandan da fonda şu düşünce yakamı bırakmıyor: Acaba dünlük yazdığım için mi öykü yazamıyorum? Düşünüp taşınıp bir yere varamıyorum, sonunda ben de uykulara gidiyorum…
***
Pessoa’yı artık okumayacağımı, ama içimde kalmasın için, yine de, Anarşist Banker ile Bulmaca Meraklısı Quaresma’yı okuyup son bir şans vereceğimi yazmıştım diğer blogda (Bknz: Huzursuz Bay Hiçkimse). Nitekim okudum da. Büyük lokma yiyip büyük söz etmemeli insan ama bir daha bu hayatta bana kimse Pessoa okutamaz. Çünkü biliyorsunuz, Aylak Okur Bildirisinin hükümleri açıktır: Okurun seçeceği yazarı okumak ve istediği anda –gerekçe sunma mecburiyeti olmaksızın– okumaktan vazgeçmek hakları saklıdır.
Kaldı ki meşhur “sandık”tan çıkan parçaları birleştirip birleştirip piyasaya süren Pessoa’nın kendisi değil. Sağlığında yayımlamadığı, yazıp bir kenara koyduğu metinleri okuyoruz biz. Yazar, yazdıklarını cesaretle (çoğun cahilce bir cesaret ile) ortaya saçmaktan çekiniyorsa, çekinmişse (ya da istememişse) bizim de bunları okumak konusunda iki kere düşünmemiz gerekir. Çeviri probleminden hiç açmıyorum, bu arada. Öte yandan, metinlere de haksızlık etmeyeyim; her metnin okuru (alıcısı, tüketicisi) çıkar ve fakat bana bu kadar Pessoa yeter!
O zaman tekrar: Hoş çakal Huzursuz Bay Hiçkimse!
***
Arada sırada göz attığım bir başka kitap da Sevan Nişanyan’a ait. Biliyorsunuz, bir süredir içerde ve bir süre daha içerde kalacak. Çünkü kendisi onuncu köyün daimi sakini. Ama hapiste olmasının yasal gerekçesi, eğer yerseniz, şu: Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na muhalefet. Kaçak imar, vs. Mersin atasözünün tam yeri: Yaw he he!
Neyse, kitabının adı 100 Güzel Kelime. Enteresan şeyler öğreniyorsunuz. Mesela, Portekiz’in dünyaya Pessoa’dan daha büyük hizmetleri olduğunu bu kitaptan öğrendim ben. Çayı dünyaya tanıtan, Çin’den alıp dünyaya satan Portekizli sömürgenler olmuş. Ya da tüccarlar diyelim. Ve fakat şöyle diyor Sevan Nişanyan: “Portekizliler çayı Batı Avrupa’ya Amoy limanından taşımışlar. O yüzden bütün dünyanın çay dediği nesneye Batı Avrupalılar tea, thé, tee vs. diyorlar.” Çünkü çayın Kuzey Çin lehçelerindeki adı çá iken Portekizlilerin kullandığı Amoy (ya da Xiamen) limanının bulunduğu bölgede konuşulan lehçede té olarak geçiyormuş.
30.Mart.17
İnsanın kendisini kainatın en yüce mahluku olarak görmesi, hakikaten komik. Sen efendisin öyle mi? Peki o zaman, ortalama altmış yıl yaşayan ve ömrünün ilk 18 yılını dişi olarak geçirip sonrasında erkek olarak ömrünü tamamlayan orfoz ne? Ya günde on kez çiftleşebilen sap gözlü sinekler? Peki, vücutlarının çeşitli parçalarını ve uzuvlarını yeniden üretebilme yeteneğine sahip Meksika semenderleri? Ya da nam-ı diğer aksolotlar? Korkunç güzel yaratıklar.
Bir internet sitesinin “2016 yılında yayımlanan en iyi öykü kitapları” yarışmasında son sıralarda yer alan Cortazar’ın Ötekinin Rüyası’nda bu muhteşem yaratıkların adını taşıyan bir öykü var. Anlatıcı, bir hayvanat bahçesinde, akvaryumların içindeki aksolotllara “takan” bir adam. Her gün gidip onları izliyor ve sonunda kendisi de bir aksolotla dönüşüyor. Öyküdeki anlatıcı bir aksolotl oluyor ve onun ağzından konuşuyor, bir aksolotları izleyen adam oluyor. Ve fakat öykünün daha başında bize olacakları peşinen söylüyor: “Bir dönem aksolotlları çok fazla kafaya takmıştım. Jardin des Plantes’taki akvaryumda onları görmeye gidiyor ve onlara bakarken, hareketsizliklerini ve karanlık hareketlerini gözlemlerken saatler geçiriyordum. Şimdi ben bir aksolotlum.”
Memet Baydur’un Özgür Bir Serçe Gibi adlı öyküsündeki anlatıcı da bir deniz aslanına takıktır. Her Cumartesi gidip o deniz aslanını izler. Ona dönüşmez, yani Cortazar gibi izlediği hayvana, bir deniz aslanına dönüşmez ama izler onu: “Bense arada bir (her cumartesi) o bahçeye gidip deniz aslanının havuzunun kıyısına oturuyorum. Ona bakıyorum. O bana bakmıyor. Kirli bir suyun içinde yüzüyor, yüzüyor. Arada bir göz göze geldiğimizi sanıyorum. Uzaklaşmasında bir ritm var sanki. Tam bunu düşünürken yaklaşıyor. Sonra uzaklaşıyor. Sonra yaklaşıyor ve ben çocuğumu düşünüyorum orada, kirli havuzun kıyısında özgür bir serçe gibi.”
İki öyküde de izlenen (ya da dönüşülen) hayvanların özellikleri incelikle anlatılıyor. İkisi de güzel öykü ve farklı damarlardan da olsalar, karşılaştırmalı (birlikte) okumayı hak ediyorlar.
Bu satırları yazan hakir kulunuz da hep kaplumbağa olmak istemiştir. Şöyle dev bir kara kaplumbağası. Galapagos kaplumbağası mesela. Ya da bu olanaksız ise kimbilir belki yakınlarda dünlüklere ara verip kaplumbağalarla ilgili bir öykü yazarım ben de. Hatta belki yeni öykü kitabımın adı Kaplumbağa olur. Kimbilir!
Avare Çalı Sözlüğü’nden:
Kaplumbağa: Allahsız tosbağa. Kabuk evli. Kaplu kaplu bağa. Tospik.
***
Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş diler Kırım geçmeğe
Kaygusuz Abdal
***
Bağa gözlük.
***
Madem kapluşlardan gittik bu kadar, oldu olacak, bir filmden de açalım: Arizona Dream. Bu filmde kaplumbağalar şahsiyet kazanır. Başroldedirler. Balıklarla ve avare çalılarla birlikte elbette.
***
Hayırlarınız böyle keyifli olsun!
Onur Çalı