4.Şubat.17
En son Dünlüğü 11 Ekim 2016’da yayımlamışım. Demek neredeyse dört ay geçmiş aradan. Niye bırakmıştım yazmayı, neden yeniden başlıyorum? Bilmiyorum.
Vira bismillah, yeniden!
***
Notos’un geleneksel soruşturmasında bu yılki başlık “En Önemli 100 Çeviri” idi. Bu elbette, dergiyi çıkaranların da dediği gibi, kati bir liste değil. Her liste gibi tartışılır, sorgulanır. Sanırım, zaten, amaç biraz da bu. Semih Gümüş’ün sunuş yazısında da belirttiği üzere, geleceğe bir belge niteliği de taşıyor. Bunu olumlu ya da olumsuz söylemiyorum, olduğu gibi. Gelecek yıllarda araştırma yapacak edebiyat tarihçilerine bir veri sunmuş oluyoruz hep beraber. 2017 yılının ilk aylarında edebiyat kamuoyu bu soruşturmayla meşgulmüş, bunu söylüyoruz geleceğe. İçeriğe girmeden, sadece bu kadarıyla bile ilginç.
Bana da sordular. Ben de “şahsi okurluk hayatımda” beni etkileyen, bence önemli olan çevirileri sıraladım. Listem şöyleydi:
Kutsal Kitap (Eski Antlaşma-Yeni Antlaşma)–Çevirmen adı yok, Çeviri Kurulu olarak geçiyor, yayıncısı Kitabı Mukaddes Şirketi
La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote–Roza Hakmen (Şiirleri çeviren Ahmet Güntan)
Üstat ile Margarita–Sabri Gürses
Anton Çehov Tüm Öyküler–Mehmet Özgül
William Shakespeare Tüm Soneler–Talat Sait Halman
Tanrı’yı Gören Köpek–Rekin Teksoy
Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz–Zafer Aracagök
Morgue Sokağı Cinayeti–Memet Fuat
Yüzyıllık Yalnızlık–Seçkin Selvi
Mırıldandığım Öyküler–Tomris Uyar
5.Şubat.17
Bir yazısında okuduydum. Kurthan Fişek hoca, Ankara Spor Akademisi ve Atletizm Federasyonu başkanlığı yaptığı dönemde (1978), TRT’de katıldığı bir televizyon programında “Galatasaray aristokrasiyi, Beşiktaş proletaryayı, Fenerbahçe burjuvaziyi simgeler.” demiş.
Sonra tabi savcılığın yolunu tutmak zorunda kalmış, “Türkiye’de sporun gelişmesine mümtaz katkılarda bulunan üç güzide kulübümüz hakkında Marksist leninist ve hatta stalinist tahkir ve tezyif sıfatları” kullanmakla suçlanmış.
Sonrasını Kurthan hocadan dinleyelim:
Galatasaray’ın “saray-aristokrasi” kökenli olduğunu, Beşiktaş’ın “Osmanlı iskele hamalı”nı temsil ettiğini, Fenerbahçe’nin “Galata bankerlerine karşı Anadolu burjuvazisinin yükselişi”ni simgelediğini zabıtlara geçirttim. Aristokrasi-burjuvazi-proletarya kavramlarının, “tahkir-tezyif” değil, “sosyolojik tasvir” olduğunu açıkladım.
İfade vermem bitti, savcı Zekai Turan beyanda bulundu.
“Bize haksızlık etmişsin…”
“Sen kimsin?”
“Fenerliyim.”
“Noolmuş yani? Ben de Fenerliyim…”
Ali Şen’den kanaryalara yarar mı, zarar geldiğini iki saat tartıştık…
Ziraat Türkiye Kupası kapsamındaki Fener-Kartal maçını izlerken aklıma Kurthan hocanın sözleri geldi. Türkiye’nin burjuvazisi nasılsa takımı da öyle demek ki, diye geçti aklımdan. Şimdi, Ali Şen’e rahmet okutacak bir başkan var başlarında. Bu toplumun nasıl tek adamlar üretip durduğunun canlı örneklerinden biri kendisi. Şimdi olsa, değil iki saat, yirmi saat tartışsalar çıkamazlar işin içinden.
Futbolun bugün geldiği yerde, endüstri olarak futbolun parayla yoğrulan mevcut yapısında futbolcular, belki de, en az suçlanacak aktörleri oyunun. Ama öyle de değil. Olay geliyor, sonunda bireysel ahlaka dayanıyor. Futbol piyasası ne kadar kirlenmiş olursa olsun, ahlaklı ve oyun ruhunu kaybetmemiş olan topçular hâlâ bir şeyleri kurtarabilir, bu güzel oyuna hak ettiği değeri verebilirler. Galeano, “yüzsüz” diyor öylesi futbolcular için. Ve fakat maalesef bu akşam, Fenerbahçe takımında yüzsüzler değil, “profesyoneller” vardı. Yani, tam da endüstriyel futbolun ruhuna yakışan adamlar.
Yazık.
6.Şubat.17
Sarah Waters’ın Türkçe’de Ustaparmak adıyla yayımlanan romanından uyarlanmış. Güney Koreli Park Chan-wook yönetmiş. Evet, Hizmetçi’den bahsediyorum. Son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden biri. Konusu çok da karmaşık değil aslında, basit. Ve fakat kurgusu ve oyunculuklarıyla birkaç gömlek üste taşımış kendini.
Hikaye, dört ana karakter üzerinden yürüyor. Hideko’yu canlandıran Kim Min-hee ile yapılan bir mülakatta, kadıncağıza +18 sahneleri sormuşlar. Efendim, “özellikle de başka bir kadınla” kamera önünde çıplak olmak hususunda zorlanmış mı falan filan…
Kim Min-hee şöyle yanıtlamış bu klişe soruyu: Senaryoyu okuduktan sonra filmde yer almak istediğimi biliyordum ama nezaketen düşünüp taşınıp kararımı bildirmem gerekiyordu. İşbu sebeple, üç gün düşünüp taşındım. “Yatak sahnesine” gelince, nasıl yapmamız gerektiğine dair kesin talimatlar vardı, benim yaptığım da bu talimatlara uymaktan ibaret. Bu sahnelere mahsus bir zorluk yaşamadım.
Bu arada, gerçekten zor sahneler bunlar. Çok güzel çekilmiş zor sahneler.
***
Nolya, bence, Türkçe yazılmış en güzel öykülerden biridir. Kısa film yapıldığını da biliyordum ama ancak izleyebildim. Buradan yakabilirsiniz.
***
Bu aralar, boş kaldıkça Yabancı Damat’ın tekrarlarını izliyorum. Erdal Özyağcılar çok iyi bir oyuncu. Yol’un restore edilmiş halinde Tarık Akan’ı seslendirdiğini biliyor muydunuz?
7.Şubat.17
Ne yapıp etmeli, bir Sina Akyol şiiri olmalı bu hayatta.
Yeni kitabı Sütün Huyu’nu okurken elifi elifine düşündüğüm budur.
Niye mi böyle düşündüm?
Çünkü Sina Akyol, şiirimizin alçak ama tırmanması zor bir dağıdır. Nedir, daha böyük dağlarından daha güzel manzaralar sunar okuyanlara. Sessiz, derin ve doğayı çıplaklıkla önümüze seren bir manzaradır bu.
Niye mi böyle düşündüm?
Çünkü şöyle dizeler yazdığı için Sina Dağı (Can Baba bir kitabını imzalarken böyle “seslenmiş” Sina Akyol’a):
Yeter demeyi bildim bileli
eksiliyor söz. Devamında
bir hercümerç.. bir hışırtı..
otlara tırmanan kirpinin sesi!
***
Memet Fuat’ın 1965 Edebiyat Yıllığı’nda yer alan, imzasız (ama muhtemelen ona ait olan) giriş yazısından: “Yetişme yıllarında edebiyatla yakından ilgilenen, belki kendileri de bir şeyler yazmış olan aydınlar, iş hayatına atılınca değişik kaygılar, sıkıntılar, sevinçlerle o dünyadan uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar. Oysa sanat dergilerini izlemek, yeni çıkan kitapları gün gününe almak, edebiyatın gelişmelerini gözden kaçırmamak isteği hiçbir zaman bütünüyle yok olmuyor. Ama günümüzde sanat dergileri öylesine çoğaldı, kitaplar öylesine birbiri ardına çıkar oldu ki… İyi ile kötünün bir arada öne sürülüşü, bütünü görememenin şaşırtıcı etkileri, aydınları ya umutsuzluğa, ilgisizliğe, ya da yanlış örneklere sürüklüyor. Önceleri daha çok işlerinin ağırlığından yakınanlar, bakıyorsunuz, bir süre sonra, yeni sanatçıları küçümsemiye başlıyorlar. Yalnız büyük başarılar, bir de geniş reklâmcılığa dayanan yayınlar ulaşabiliyor kulaklara. Ondan ötesi ses vermiyen, apayrı, kapalı bir dünya. Oysa sanatçılarımız hiç de kendileri için yazıp çizen kişiler olarak görünmüyorlar.”
1964 yılının edebiyat dünyasına dair bir manzara. Nasıl tanıdık, değil mi? Yukarıdaki tartışma özü bugün için de geçerli. Peki, ne yapmalı?
8.Şubat.17
Bugün yine kapkara haberler(l)e uyandık. Aslında geceden kararmış ya ortalık, yüzyılda bir erken yatacağım tutmuştu benim, sabah haberim oldu.
Tanıdığımız, öğrencisi olduğumuz, arkadaşı olduğumuz ya da hiç temas etmememize rağmen değerli işler yaptıklarını bildiğimiz birçok hoca ihraç edilmiş.
Ne demeli? Diyecek çok şey var. Kapkara bir cehalet ve kötülük örtüsüyle çevrelenmiş durumdayız. Ama şu da var: Yırtılacak o örtü, er ya da geç, ışık sızacak yine. Hatta ışığa kesecek ortalık. O zamana kadar boş durmayacağız elbette. Hiçbir şey yapamıyorsak bile, birbirimize tutunacağız.
Öte yandan, enseyi karartmayalım. Mesela bakınız Daniska grubuna. Adamların en genci kırk yaşında ama kendilerine genç deyip yol açmaya çalışıyorlar. Sosyal medyada ona buna sataşıp prim yapmak peşindeler. Allahtan yaptıkları müzik güzel. Yalnız, kendileri bunu okuyorsa tavsiyemdir: Solistleri olacak beyefendi kliplerde lütfen kameraya doğrudan baksın, sağa sola tavana bakarak söylemesin şarkıyı.
***
Bu arada, bu arkadaşlar vesilesiyle öğrendim, “daniska” tilciğinin (Ataç’a fatiha yerine) nereden peyda olduğunu: Almanca Danzig şehrinden geliyormuş daniska. Eskiden Danzig’den gelen ürünlerin üzerinde Danzig markası vurulurmuş. Bu mallar, halk arasında beğenilir, tutulurmuş. Alman teknolojisi işte. Halk ağzında söylene söylene daniska olmuş Danzig. Bildiğiniz üzre, bir şeyin en iyisi, en ileri noktası anlamında bu söz kullanılır.
Ne diyelim. Müziğin afrasını değil kendisini seven Daniska’yı siz de seviniz…
Onur Çalı
ilyada ve Odysseia, Azra Erhat ve A.Kadir çevirisi ile Can Yücel ’in Shakespeare’ in 66. sone çevirilerini hayret ve hayranlıkla hatırlıyorum.