The Childhood of Jesus (İsa’nın Çocukluğu) Türkiye’de de hatırı sayılır bir okur kitlesine sahip olan, dünyaca ünlü Nobel ödüllü yazar John Maxwell Coetzee’nin 2013 yılında yayımlanan romanı. Kitap henüz Türkçeye çevrilmedi.
Benjamin Markovits’in The Guardian’da yayımlanan yazısından çevirerek alıntılıyorum:
Her şeyden önce, roman, saptanması oldukça zor olan simgesel boyutu hariç tutarsak İsa’yla ilgili değil. Olay örgüsü son derece basit. Orta yaşlı bir adam ve beş yaşında bir çocuk, Simón ve Davíd, açıklanmayan nedenlerle vatanlarından ayrılırlar ve deniz yoluyla yeni bir ülkeye gelirler. Simón çocuğun babası değildir; yolculukta karşılaşmışlardır. Davíd’in üstünde annesinin kim olduğunu belirten bir mektup vardır, ancak yeni ülkeye varmadan önce mektup kaybolur ve Simón, Davíd’e göz kulak olmaya ve annesini bulmasına yardım etmeye karar verir. Tüm bunlar roman başlamadan önce olmuştur. Kitabın üçte birlik ilk kısmında karakterlerin bu yeni ülkedeki bir şehir olan Novilla’ya yerleşme çabalarını okuruz. Burası, sıkıcı/kasvetli bir şekilde ütopik bir yerdir ve beli belirsiz sosyalizm izleri taşır. Herkes devlete ait konutlarda oturur. Yiyecekler oldukça basittir (genellikle ekmek – kitabın bilinçli biçimde İncil’den izler taşıdığı kısımlarından biri budur). Bununla birlikte yiyecekler ya çok ucuz ya da bedavadır. Bürokrasiden kaynaklanan zorluklar çoktur. İnsanlar yardımseverdir ama çok da değil; kendi üstlerine düşeni yaparlar ama daha fazlasını değil. Kendilerine verilenden fazlasını beklemezler ya da talep etmezler.
Nitekim, kitabın ilk bölümünde, memure Ana, kalacak yerleri olmayan David ve Simon’a kendi evinde yatacak bir yer gösterir ama konforlu bir yer değildir burası. Yiyecek olarak da ekmek ve su ikram eder.
Yine The Guardian’da yayımlanan başka bir yazıda Theo Tait şöyle diyor roman hakkında:
Ben şahsen, The Childhood of Jesus’ı, Coetzee’nin Michael K, Barbarları Beklerken ve Utanç gibi dikkat çekici başyapıtlarıyla aynı kefeye koymam. Yaz Mevsimi kitabı ile sonlanan muhteşem otobiyografik üçlemesi Taşra Hayatından Manzaralar‘la da aynı kefeye koymam. The Childhood of Jesus, daha ziyade, yazarın Düşman ve Romancının Romanı gibi tuhaf ve ilginç kitaplarının yanına konulmalı.
Türkçe’ye çevrildiğinde neye benzediğini tam olarak anlama şansımız olacak umarım. Şimdilik The Childhood of Jesus (İsa’nın Çocukluğu) adlı kitabın ilk bölümünden bir kupleyi tadımlık olması niyetiyle çevirmeye çalıştım. Buyrunuz.
Zorunlu ÇN: Romanda geçen İspanyolca sözcükler, orijinal metinde de aynen bırakıldığı için, ben de çevirmedim. Merak ederseniz, Google Translate ya da başka bir sözlük bir yere kadar yardımcı olabilir. Ayrıca metin elbette İngilizce yazılmış ve fakat karakterlerin İspanyolca konuştuklarını anlıyoruz. İşbu nedenle, özellikle soru cümlelerinde soru eklerini kullanmayarak İspanyolca söz diziminin en azından kokusunu duyurmaya çalıştım.
Onur Çalı
Kapıdaki adam, biraz uzakta boşlukta salınan alçak binayı işaret etti. “Acele ederseniz,” dedi, “kapanmadan kayıt yaptırabilirsiniz.”
Acele ettiler. Centro de Reubicacion Novillayazıyordu işaret levhasında. Reubicacionne demek acaba? Öğrendiği kelimelerden değil.
Ofis büyük ve boş. Üstelik sıcak, dışardan bile daha sıcak. Uzak köşedeki ahşap banko odayı enine kesiyor, buzlu camla odanın geri kalanından ayrılmış. Duvarın karşısındaki vernikli bölümde sıra sıra dosya çekmeceleri var.
Bölmelerinin birinin üstünde bir levha daha var: Recien Llegados, kelimeler dikdörtgen bir kartona siyah şablon harflerle yazılmış. Bankonun arkasındaki memur, genç bir kadın, adamı gülümseyerek selamlıyor.
“İyi günler,” diyor adam. “Biz yeni gelenleriz.” Sözcükleri, hakim olmak için çok çalıştığı İspanyolcası ile yavaş yavaş söylüyor. “Ben iş arıyorum, ayrıca kalacak bir yer.” Çocuğu koltukaltlarından tutup kaldırıyor ki bankonun ardından onu görebilsin. “Yanımda çocuk da var.”
Kız, oğlanın elini sıkmak için uzanıyor. “Merhaba genç adam!” diyor. “Büyükbaban mı?”
“Torunum değil, oğlum değil, ama ondan sorumluyum.”
“Kalacak yer.” Kağıtlarına göz atıyor kız. “Burada, Merkez’de ücretsiz bir odamız var, daha iyi bir yer buluncaya kadar kalabilirsiniz. Lüks değildir ama belki de sizin için önemli değildir bu. İşe gelince, ona da sabah bakalım. Yorgun görünüyorsunuz, eminim dinlenmek istiyorsunuzdur. Çok uzaktan mı geldiniz?”
“Hafta boyunca yoldaydık. Belstar’dan, kamptan geldik. Belstar’ı duydunuz mu?”
“Belstar’ı iyi bilirim. Ben de Belstar’dan geldim. İspanyolcanız oradan mı?”
“Altı hafta boyunca her gün dersimiz vardı.”
“Altı hafta? Şanslısınız. Ben Belstar’da üç ay kaldım. Neredeyse sıkıntıdan ölecektim. Beni ayakta tutan tek şey İspanyolca dersleriydi. Acaba sinyora Pinera dersinize girdi mi hiç?”
“Hayır, bizim öğretmenimiz erkekti.” Duraksıyor. “Başka bir konu var. Oğlan” –çocuğa bakıyor– “iyi değil. Kısmen üzüntüden, kafası karışık ve üzgün, ve son zamanlarda iyi beslenemedi. Kamptaki yemekleri tuhaf buluyordu, sevmiyordu. Düzgün yemek yiyebileceğimiz bir yer var mı?”
“Kaç yaşında?”
“Beş. Verilen yaşı bu.”
“Ve torununuz olmadığını söylüyorsunuz.”
“Torunum değil, oğlum değil. Akraba değiliz. Bakın.” Cebinden iki cüzdan çıkarıyor ve uzatıyor.
Kız cüzdanları inceliyor. “Bunları Belstar’da mı verdiler?”
“Evet. İsimlerimizi de orada verdiler, İspanyol isimlerimizi.”
Bankonun üzerinden eğiliyor kız, “David, güzel isim.” diyor. “Adını seviyor musun genç adam?”
Çocuk kızı dinlediğini belli ediyor ama cevap vermiyor. Kızın gördüğü ne? Zayıf, soluk yüzlü, boğazına kadar iliklenmiş yünlü bir ceket giymiş olan bir çocuk. Gri şortu dizlerini örtmüş, yün çoraplarının üstüne geçirilmiş siyah botları sıkıca bağlanmış ve kasketi eğilmiş.
“Sıcak gelmiyor mu sana? Ceketini çıkarmak ister misin?”
Çocuk başını sallıyor.
Adam araya giriyor. “Kıyafetleri Belstar’dan. Ona gösterdikleri arasından kendisi seçti. Bir parçası gibi oldular artık.”
“Anlıyorum. Sordum çünkü havaya göre biraz kalın giyinmiş. Hatırlatayım: burada, Merkez’de bir depomuz var, insanlar çocuklarının artık giymediği kıyafetleri buraya bağışlıyorlar. Hafta içi her gün sabahları açılıyor. Oradan kendinize bir şeyler alabilirsiniz. Belstar’dakinden daha fazla çeşit vardır.”
“Teşekkürler.”
“Ayrıca, gerekli formları doldurduktan sonra cüzdanınızla para çekebilirsiniz. Yerleşme parası olarak dört yüz realiniz var. Çocuğun da. Dört yüzer real.”
“Teşekkürler.”
“Şimdi size odanızı gösterelim.” Karşıya uzanıyor ve yan bankodaki kadına bir şeyler fısıldıyor, bankoda Trabajos etiketi var. Kadın bir çekmeceyi açıyor, karıştırıyor, kafasını sallıyor.
“Ufak bir terslik,” diyor kız. “Odanızın anahtarı sanırım bizde değil. Bina sorumlusunda olmalı. Sorumlunun adı sinyora Weiss. C Binasına gidin. Size bir kroki çizeyim. Sinyora Weiss’i bulduğunuzda, C-55’in anahtarını isteyin. Sizi merkez ofisten Ana’nın gönderdiğini söyleyin ona.”
“Bize başka bir oda vermeniz daha kolay olmaz mı?”
“Ne yazık ki tek boş odamız C-55.”
“Peki yemek?”
“Yemek?”
“Evet. Nerede yiyebiliriz?”
“Onu da sinyora Weiss ile görüşün. Size yardımcı olacaktır.”
“Teşekkür ederim. Son bir soru: Burada insanları bir araya getirmekte uzmanlaşmış kuruluşlar var mı?”
“İnsanları bir araya getirmek?”
“Evet. Ailelerini arayan bir sürü insan olmalı burada. Ailelerin, arkadaşların, aşıkların bir araya gelmesine yardımcı olan kuruluşlar var mı?”
“Hayır, hiç duymadım.”
Kısmen yorgun ve zihni dağınık olduğundan, kısmen kızın çiziverdiği kroki çok anlaşılır olmadığından, kısmen de herhangi bir levha ya da işaret olmadığından C Binasını ve sinyora Weiss’in ofisini bulmak epey vaktini alıyor adamın. Kapı kapalı. Çalıyor. Cevap yok.
Oradan geçen birini durduruyor, Merkez’in çikolata rengi üniformasını giyen, sivri, fare suratlı zayıf bir kadın. “Sinyora Weiss’i arıyordum,” diyor.
“Ofiste değil,” diyor genç kadın, ve adamın anlamadığını görünce: “Bugün burada değil. Yarın sabah gelecek.”
“O zaman, belki siz yardım edebilirsiniz bize. C-55’in anahtarını arıyoruz.”
Genç kadın başını sallıyor. “Üzgünüm, anahtarlar bende değil.”
Yeniden Centro de Reubicacion’a dönüyorlar. Kapı kapalı. Cama vuruyor. İçeride hiçbir hayat belirtisi yok.
Tekrar vuruyor cama.
“Susadım,” diye mızmızlanıyor çocuk.
“Biraz daha sabret,” diyor. “Bir çeşme bulacağım.”
Kız, Ana, binanın yan tarafında beliriyor. “Siz mi vuruyordunuz?” diyor. Yine çarpılıyor: gençliğinden, sağlıklı görünüşünden ve etrafa yayılan tazeliğinden.
“Sinyora Weiss eve gitmiş sanırım,” diyor. “Yapabileceğiniz bir şey yok mu? Sizde odamızı açmak için –ne diyorsunuz ona– llave universal yok mu?”
“Llave maestra. Llave universal diye bir şey yok. Eğer bir llave universal’imiz olsaydı, tüm dertlerimiz biterdi. Ama öyle değil, C Binası için bir llave maestra’sı olan tek kişi sinyora Weiss. Sizi bu geceliğine misafir edecek bir arkadaşınız yok mu? Sabah gelip sinyora Weiss ile görüşebilirsiniz.”
“Bizi misafir edecek bir arkadaş? Bu kıyılara altı hafta önce geldik ve o zamandan beri çölün ortasındaki bir kampta, çadırda kaldık. Burada bizi misafir edecek bir arkadaşımız olabilir mi sizce?”
Ana kaşlarını çattı. “Giriş kapısına gidin” dedi emir verir gibi. “Beni kapının dışında bekleyin. Neler yapabileceğimi bir düşüneyim.”
Kapıdan çıkıp caddenin karşısına geçtiler ve bir ağacın gölgesinde oturdular. Çocuğun başı omzuna düşmüştü. “Susadım,” diye yakındı. “Ne zaman çeşme bulacaksın?”
“Sus,” dedi adam. “Kuşları dinle.”
Garip ötüşleri dinlediler, tenlerinin üzerinde tuhaf rüzgarı hissettiler.
Ana ortaya çıktı. Adam ayağa kalkıp el salladı. Çocuk da ayağa kalktı, kolları kaskatı şekilde iki yanından sarkıyordu, başparmakları yumruklarının içindeydi.
“Oğlun için biraz su getirdim,” dedi Ana. “Al David, iç.”
Çocuk içti ve bardağı geri uzattı. Ana bardağı çantasına koydu. “Güzel miydi?” diye sordu.
“Evet.”
“Güzel. Şimdi beni takip edin. Epey yürüyeceğiz ama egzersiz gibi düşünün.”
Hızlıca ve büyük adımlarla park alanının karşısındaki yola geçti. Çekici, genç bir kadın. Üzerindeki kıyafetlere rağmen inkar edilemez bu: koyu, biçimsiz bir etek, boğazına kadar sıkıca saran beyaz bir bluz, düz ayakkabılar.
Tek başına olsa ona ayak uydurabilir ama kucağındaki çocukla yapamıyor. Sesleniyor: “Lütfen, bu kadar hızlı yürüme!” Ana duymazdan geliyor. Adam aralarında sürekli artan bir mesafeden kızı takip ediyor, bir sokaktan geçiyorlar, sonra bir diğerinden.
Küçük, gösterişsiz bir evin önünde duruyor kız ve bekliyor. “Burası benim,” diyor. Dış kapıyı açıyor. “Beni izleyin.”