21.Mart.16 Pazarertesi 

Bu gün bahar bayramı. Dünyanın birçok kadim kültüründe kutlanan, doğanın yeni güne uyanmasının sevinçle karşılandığı bir ritüel. Evet, melun bir kış geçirdik. (Hoş, bana sorarsanız kış hiçbir biçimde iyi ve güzel olamaz.) Turgut Uyar’ın dediği gibi, başarısız ve boktan bir kış geçirdik. Doğru. Ve fakat unutmamalı, hayatın damarları çok geniş. Bir yanda ölüm varsa, bir yanda da doğum var. Devri daim sürecek. Aptalca bir iyimserliği güzelliyor değilim. Nedir, kapkara bir umutsuzluk içinde olmanın manası da yok.

Ezcümle; bahar bayramınız kutlu olsun!

O vakit, Vivaldi’nin baharını Gürol Ağırbaş düzenlemesiyle dinleyelim mi? Dinleyelim.

24.Mart.16 Perşembe

Ercan Başer’in 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü’ne layık görülen “İyi Bir Hikâye” adlı romanını okuyordum birkaç gündür. Kurgu içinde kurgu barındıran, zekice kotarılmış ve yazmak, edebiyat, sözcüklerin gücü üzerine düşünen (ve düşündüren) bir roman İyi Bir Hikâye. Yazıyla cebelleşen hemen herkesin zaman zaman kendine sorduğu birçok soruyu ve besleyip büyüttüğü birçok kaygıyı da barındırıyor. Cehennemin dibini gördüğümüz şu günlerde okuyup yazan biz zavallıların aklına da düşmüş olabilecek bir bölümü paylaşıyorum:

“Eve taksiyle döndüm. Taksinin içi, kadife döşemenin bunaltıcı kokusuyla doluydu. Camı açtım. Eve gidene kadar bu rezil dünyada yazının ne işi var diye düşündüm. Hayatın gerçekleri bu kadar sıradan ve bayağıyken, dürüst, samimi hikâyeler yazmaya çalışmak budalalık değil miydi?” (s. 192)

* * *

İş yerimdeki orta yaşlı çalışanların yakınlardaki okullarda okuyan çocukları, akşamüstüne doğru yuvaya dönen böcekler gibi iş yerimin bahçesinde, loş koridorlarında görünmeye başlarlar. Bahçede sigara içerken, bu böceklerden iki tanesinin konuşmalarına şahit oldum, biri diğerine dedi ki: “İşte o arabayı aldım ben geçen, sokaklarda terör estirdim. Arabaları da insanları da ezebiliyorsun onunla.”

Tamam, on yaşlarında iki çocuk, tamam, bilgisayar oyunundan bahsediyorlar. Tamam tamam da, yine de ürkütücü değil mi?

* * *

Kurmaca eserlerle ilişkimiz hastalıklı. Çarpık. Yamuk. Nasıl derseniz artık! Kurmaca bir eserden hayat dersi ya da kurtuluş reçetesi çıkarmaya çalışıyoruz. Ya da kurmaca bir esere doğru yaşama kılavuzu ya da ağrılarımızı dindirecek ilaç gibi bakıyoruz. Kuzum siz bir romanı, öyküyü böyle bir saikle mi okuyorsunuz? Ya da bir filmi ya da oyunu böyle bir beklentiyle mi izliyorsunuz? Eğer böyleyse, kamu spotu izlemenizi öneririm. Orada her şeyin doğrusu, olması gerekeni, politik doğruculukla söylenmişi var.

Yukarıda yazdıklarıma, bu sene Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar için yarışan Mustang filmi hakkında sağda solda gördüğüm yorumlar neden oldu. Film, Fransa’nın adayıydı ve fakat filmi Türkiye kökenli genç yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in çekmiş olması, filmin dilinin Türkçe olması ve Türk oyuncuların oynaması nedeniyle bizim basında da epey gürültü kopardı.

27d46-1mustang

Bu kısa malumattan sonra devam edeyim. Benim son zamanlarda en çok korktuğum insan, inanmış insan. Neye inanıyor olduğu önemli değil, inanmış ve adanmış olması beni korkutuyor. Çünkü inanmış ve adanmış insan eleştiriye pek de açık olmuyor. Düşündüklerinin (pardon inandıklarının) doğruluğundan zinhar şüpheye düşmüyor. Bu da onu kaskatı bir gerçekliğe (bu gerçeklik, söylemeye gerek var mı, kendi kurduğu gerçeklik) mahkum ediyor. Bu gevezeliği şundan ediyorum: Bu inanmışlık meselesinden ötürü, sanat eserine ideolojik okuma yapılmasından da hoşlanmıyorum. İdeolojik lafını duyunca atlayanlar olur, izah edeyim. Kutsal kitap metinlerinden tutun da kurmaca eserlere kadar bir çok metni (görsel metinler dahil) “okumanın” yöntemleri vardır. Bu yöntemlerden bir tanesi de ideolojik okumadır.

Ne kadar kaçmaya çalışsam da Mustang ile ilgili “feminist” okumalara rastlıyorum. Ve dehşete düşüyorum. Kızlar güçsüzmüş, hiçbiri evlilikten başka kurtuluş yolu bulamamış, çıkışsız gibi gösterilmişler, vesair vesair. Siz ülkenizdeki çocuk gelinler (pedofili), ensest gibi yok sayılan meseleleri filmler yoluyla mı çözmek istiyorsunuz kuzum, hı? Kurmaca eserin yaratıcısı, hikayesinde güçlü kadınlara da yer verebilir, zayıf ve çaresiz kadınlara da. Toplumsal cinsiyete duyarlı olmak iyi hoş da, kurmaca eserlere feminist jandarmalık yapmaya kalkarsak, o kurmaca eserlerden damağımızda kalan tatsız tuzsuz bir şey olur. Filmde bize gösterilenler bizim ülkemizde yaşanmıyor mu? Elbette sanatçı somut gerçekliği hiç değiştirmeden, ona küçük dokunuşlar bile yapmadan eserine yerleştirsin demiyorum ama el insaf, olanı biteni (tecavüz, ensest, pedofili ve tüm bunların kutsal aile maskesiyle makyajlanıp örtülmesi) tüm gerçekliğiyle yansıttığı zaman burada, “kadınları çok çaresiz ve çıkışsız, eli kolu bağlı göstermişsin” türünden laflar geveleyerek kızmamız gereken kişi sanatçı mı yoksa bizim de içinde yaşıyor olduğumuz toplum mu?

25.Mart.16 Cuma

Yeni bir edebiyat dergimiz daha oldu: Çoğul! Okuryazarlık oranıyla, eğitim seviyesiyle kıyaslandığında bir avuç denecek edebiyat okuru olan bir ülkede edebiyat dergisi çıkarmak, hakikaten çetin bir iş. Ölü seviciliği yapmayan, “ünlü” tiplere köşe vermeyen, ergen edebiyatına hizmet etmeyen, aforizmalarla dolu bir dergi değilseniz eğer, ayakta kalmanız oldukça güç. Yok mu istisnası? Hem nitelikli olup hem de kendini döndürecek kadar olsun dolaşıma girebilenler yok mu? Elbette var, ama çok az. O yüzden, bu türlü lafları sevmiyorum ama, edebiyat dergilerini seviniz, okuyunuz, satın alınız ve hatta arkadaşlarınıza hediye ediniz.

Edebiyat dergiciliği/dergileri üzerine düşünecek çok söz, soracak çok soru var ama biz şimdilik bunlara sepet havası çalıp iyi dileklerimizi sunmakla yetinelim: Umalım ki Çoğul!’un yolu açık, okuru bol olsun!

28.Mart.16 Pazarertesi 

Haftasonunda, gri ve kapalıydı Ankara. Okumak için ideal zamanlar. Yarın öbür gün bahar geldiğinde, tut bakalım tutabilirsen kıpırdanan ruhunu ev içlerinde. Zor. Böylece, uzun zamandır methini duyduğum Bron/Broen (Köprü) dizisi ve Coetzee’nin Romancının Romanı’yla geçti haftasonu.

Tekerleme gibi bir soruyla başlayalım: Romancının Romanı roman mıdır? Yanıtı zor bir soru. Romanda, dünya çapında ünlü bir romancı olan Elizabeth Costello ablamızın orada burada verdiği konferansları dinleriz. Kabaca; romanın geleceği, Afrika romanı, insanbilimleri, vejetaryenlik ve hayvan hakları, erotizm, inanç gibi konular etrafında dolaşır konuşmalar. Bütün bu konferanslardan sonra, Elizabeth ablamız kendini araf gibi bir yerde bulur. Kafkaesk bir mahkemeye çıkarılır, inanç beyannamesi yapması gerekmektedir. Kendini savunması gerekmektedir. Bir yazarın inancının olmaması gerektiğini, inancın yazmasına engel olacağını söyler başlarda. (İnançlarım var ama onlara inanmıyorum.) Sonraki duruşmada ise, kurbağalara inanıyorum ben, der. (Tanıdık geldi mi?) Bilinci ona bir oyun oynayarak söz oyunu yapınca “Fazla edebi,” diye düşünür, “edebiyata hakaret bu!”

Roman mı değil mi bilmem ama bir kısmı, zaten daha önce Coetzee imzasıyla yayımlanmış olan bu konuşmaları (denemeleri) okumak keyifliydi. Yazmak, yazar olmak konusundaki düşünceler, özellikle, ilgi çekiciydi. Kitap bittikten sonra, düşünecek epey soru bıraktı bana.

* * *

Ve müziğiniz eksik olmasın… (Ansızın, durduk yere “ve” ile başlayan cümleler çok güzel değil mi?)

Büyük “gitarcı” Joe Satriani’nin Aşık Veysel’den esinlenip ona ithaf ettiği iki şarkıdan biri gelsin o zaman: Asik Veysel

29.Mart.16 Salı

Daha önce yazmıştım. Bir keresinde, Eryaman’da otobüs durağında İlhan Berk’le karşılaşmıştım. Elinde Sözcü gazetesi vardı, gözlükleri değirmiydi. Oydu. Konuşmasa oydu. Bir keresinde de, bir ÖSYM sınavındaki gözetmenim Kurt Vonnegut’tu. Kalıbımı basarım oydu. Kırmızı PallMall vardı gömlek cebinde, bu kadar tesadüf olabilir mi?

Bugün de, Ayrancı’da Milan Kundera ile karşılaştım. Cemal Süreya parkının kenarından usul usul yürüyerek geçti. Dalgındı. Belki “bu herifler neden Nobel vermiyorlar bana” diye kederlenmişti. Belki de yazmakta olduğu romanını evirip çeviriyordu kafasında. Bilemem. Ama oydu, Milan Kundera’ydı.

Faşizmin en büyük sloganlarından biridir, malumunuz, tek dil tek devlet tek bilmem ne… Diğerlerini bilmem ama keşke dünyada tek bir dil olsa. Böylece abuk sabuk çeviriler okumak zorunda kalmasak. Lost in translation diye bir şey hiç olmasa. Dünyanın neresine gidersek gidelim bizi anlayacak, gerçekten anlayacak, birileri olsa böylece. Evet, ben bir Babil artığıyım. Tanrının gazabından bir şekilde kurtulmuş bir Babil artığıyım.

* * *

Tek dili bilmem ama biz, Melih Bey’in demesiyle Müslümanı, yahudisi, urumu, isporcusu, ihtiyarı, veremi, yani bu Türkiye denen cehennem çukurunda yaşayan hepimiz, kullandığımız tüm sözcükleri yeniden tanımlamalıyız. Her gün, ama her allahın günü, bu halkın evlatları ölüyor, tecavüze uğruyor, geri dönüşsüz, telafi edilemez kötülüklere maruz kalıyorlar. Bu dünlüklerde, gönül istiyor ki, hep edebiyat konuşayım. En büyük derdim bilmem hangi yazarın bilmem hangi kitabı olsun. Ama olmuyor işte. O kadar çok kötülük, o kadar çok acı var ki bizlere yaşatılan…

Sözcükleri yeniden tanımlamalıyız demiştim. Herkes kendi bulunduğu yerden şu soruları sormalı kendine, sürekli sormalı: Biz nasıl bir savaşın içindeyiz? Her gün uğruna öldüğümüz şey ne? Kiminle savaşıyoruz? Ölünce neden şehit deniyor bize? Uğruna öldüğümüz idealler, biz ölünce gerçekleşecek mi? Gerçekleşecekse bile bunlar ben ölmeden de gerçekleşemez mi? Hem, ben görmedikten sonra herhangi bir şeyin kıymeti var mı?

Bu soruları her gün önce kendimize sormalıyız, sonra da bizi yönetenlere. Hatırlamakta fayda var. Yöneticilerimiz dediğimiz insanları biz seçtik. Bizi temsil etsinler, bizim adımıza sorumluluk alıp bizi daha iyiye götürsünler, işlerimizi kolaylaştırsınlar diye. Peki, kolaylaştırıyorlar mı yoksa bize her gün başka bir kötülük mü yaşatıyorlar? Bunu bile isteye yapmayacak kadar haysiyetliyseler bile, acaba yetersizlikleri yüzünden mi başımıza geliyor bu kötülükler?

Hatırlamakta fayda var; bizi yönetenleri biz seçtik, seçiyoruz. Gökten zembille inmediler. İsa değiller, Muhammed değiller, Ali değiller, kral değiller, padişah değiller.

sait-faik-abasiyanik-234bf6

Biliyorum, uzuyor dünlük, uzadıkça da güçleşiyor okumak. Ama yukarıdaki soruları kafamdan geçirince, gayri ihtiyari, Sait Faik geldi aklıma. Edebiyat, hiçbir işe yaramıyor değil işte. Belki en güzel avuntularımızdan biri. Belki de değil, bilmiyorum ama Sait Faik’in Robenson öyküsünden şu kısmı beraberce okuyalım istiyorum yine de:

Yuvarlak dünyanın üstünde isimlerini bilmediğimiz fiyortlar, kanallar ve limanlar, gece olunca sakin denize bakan tek bir fener, bazen sağanaklı ışıklar döküp yürüterek, bu yuvarlak dünyanın üstünde bir vücut gibi sinirli ve hararetli yaşarlar.

Dünya alabildiğine doludur. Dünyada bakışları birbirine benzeyen birçok insan, deniz kenarlarında yıkanır; dağların üstünde, buzlar içinde kayar; veya ormanların salkımsöğütleri, kavakları altında sevişirler.

Gözlerin gözlerimden ziyade bana yakın, ellerin ellerim kadar sinirli, sarı tüylü ensen, sandallarının içine hapsolmuş müsterih çıplak ayakların… rengin sarı, kırmızı, esmer, siyah, ne olursa olsun, lisanını anlar, kokunu duyar gibiyim.

Bu yeşil, sarı, lacivert bayrak, sizin bayrağınız. Komşu kabilenin bayrağı aynı renkte, aynı şekilde, fakat üzerinde dokuz yıldız var.

Onun için mi boğazlaşıyorsunuz? Kavgadan evvel evlerinde yemek yediğin, başı sana dokunduğu zaman yaşadığını hissettiğin çocuğu bu dokuz yıldız için mi öldüreceksin?

Anlaşıldı, ben bayrakları değil, insanları seviyorum. Öyle ise, yuvarlak dünyanın üstünden akıp geçen yıldızlara bakan vapurlarda ömrüm geçecek.

Bandırası her ne olursa olsun aşılandığım ve ekildiğim limanda dallarımı sallayarak her geçen vapuru selamlayacağım.

Onur Çalı