yolu yok, Don Kişot’um benim yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.
Nazım Hikmet
10.Şubat.16 Çarşamba
Dağlarca ile aralarında Cemal Süreya’nın da olduğu bir grup arkadaş, 1972 yılının bir gününde İbrahim Kutluk’un evinde bir araya gelirler. Onlar sorar, Dağlarca yanıtlar. Birçok şey konuşurlar. Elbette şiir, hatta evlilik ve tanrı ve tarih vesair. Kitap (Kutluk’un Evindeki Konuşma) memleketteki kütüphanede kaldığı için tam alıntı yapamıyorum ama Dağlarca orada, zihnimizin günün ancak birkaç saniyesinde tam olarak açık olduğundan, geri kalan zamandaysa ya uyanıyor ya da uyumaya hazırlanıyor olduğundan bahsediyordu. Mealen. Ve şimdi uydurmuyorsam eğer, şiirin de işte o birkaç saniyelik anda yazıldığından dem vuruyordu. Hakikaten de öyle galiba. Bazen uykuyla uyanıklık arasındaki o masum limboda benim de aklıma çok parlak öyküler gelir. Bazen Pessoa gibi kalkar not alırım ama ekseriyetle uyuşuklanıp şöyle düşünürüm: “Amaan, bunu da unutacak değilim ya!” Ve kahir ekseriyetle unuturum.
* * *
“Bir sanatçı için yapabileceğin iki şey vardır. Ona para ver ve eserlerini sergile. Kişisel olanlar dışında tek ihtiyaçları bu ikisidir.” (Hemingway’in Ernest Walsh’a mektubundan, 1926. Kaynak: Yazmak Üzerine, 6.45 Yayınları, sayfa 84)
11.Şubat.16 Perşembe
Hiç alaycı bir kuş dinlediniz mi? Hiç bir alaycı kuş dinlediniz mi? Hiç alaycı bir kuşu dinlediniz mi? Mockingbird. Hani şu “To Kill a Mockingbird”deki alaycı kuş. Hani bülbül diye çevrilen? Dinlemediniz mi? Dinleyin bence.
* * *
Peki, Selda Bağcan’dan dinlediniz mi İnce İnce Bir Kar Yağar’ı hiç? Nefaset bi’şey, enfes, harikulade! Toprağı bol olsun Aşık Mahsuni Şerif’in ama sözler de çok ilginç. Bi yandan isyanda ama bi yandan da dostum diye sesleniyor ağaya. “Dayanamam artık senin bu yalancı pozuna” diyor ama sonra da “Gel beraber yaşayalım, sanma ki sana küstüm” de deyiveriyor. Yani hem tokatlayıp hem okşuyor yanağını. Muhalefet dediğin böyle olmalı dostum!
* * *
“Bir tezi özetlemek, özü ayırmaktır. Bir sanat eserinin yerine özetini koymak, özü kaybetmektir.”
Paul Valery
Faruk Duman’ın yeni deneme kitabı “Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe”yi okuyorum. Güzel denemeler. Orada, rahmetli Erdal Öz’den aktardığı bir söz var Faruk Duman’ın: “Öykü ancak okunarak beğenilsin; bir başkasına konusu özetlenip anlatılınca öykü, öykülüğünü yitirsin istiyorum.”
Gerçekten de öyle. Valery’yi ve Erdal Öz’ü yanıma alarak, ben de aynı şeyi düşünüyorum. Anlatılamasın öykü, şiir gibi tıpkı, özetlenemesin. Okuyan, metnin kendinde olan ve rastlantısal gibi görünen ustalıktan keyif alsın, eğer alacaksa. İşte bu yüzden sanırım, “Öykülerinin konusu ne, ne hakkında?” gibi abuk sorular karşısında, ne söyleyeceğimi bilemeyişimin yanında öfke de duyuyorum soruyu sorana. Eğer ortam uygunsa, ölüm ve yaşam hakkında deyip geçmek istiyorum.
Bir başka abuk soru da, iyi niyetli olduğunu bilsem de, “Yeni kitap ne zaman?” sorusu. Arkadaşım ben dosyacı yazarlardan değilim ki sürekli kitap çıkarayım. Kitap yazmıyorum ki ben, eğer becerebilirsem öykü yazıyorum. Onları kitap olarak yayımlayıp yayımlamamak bambaşka bir konu. Kaldı ki, yazılanların doğru dürüst okunmadığı ve eleştirilmediği bir edebiyat dünyasına ürün vermek pek de teşvik edici değil doğrusu. Çocuğunu cami avlusuna bırakmak gibi bir şey.
* * *
Musica
Herkes gitti yalnız kaldım meyhânede
Gözyaşlarımı içtim son peymânede
Bu kalp durdu dün gece vîrânhânede
Tanju Okan’ın dünyanın merkezinin o meyhane olduğunu söylediği Koy Koy Koy adlı şarkısını çağırdı bana bu şarkı. Kim bilir, belki de dünyanın merkezi yalnızlıktır. Öyle değil mi ya, ikiz olanlarımız dışında yalnız geliyoruz dünyaya ve mezarlıkta yer sıkıntısı varsa, ancak o zaman aynı çukura gömülebiliriz karımızla/kocamızla.
Neyse, eğer sayısaldan voliyi vurursam bir meyhane açacağım, adı Dünyanın Merkezi olacak.
12.Şubat.16 Cuma
“Tercüme, Babil Kulesinde yolumuzu aydınlatan hırsız feneri. Sönük, titrek bir ışık. ‘Traduttore, traditore’ [hain mütercim] iftira değil, kader. Dilden dile aktarılan ruhtan çok lafız, şiirsiz bir ‘aşağı yukarı’. Hele aktarılan dil, tarihi buuttan mahrum, suni bir ‘jargon’ ise, bizdeki uydurma dil gibi.” (Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, sahife 309)
* * *
Birkaç yıl önce, sevimsiz Ankara kitap fuarlarımızın birindeki sahaflardan bulup almıştım. 1960 basımı bir kitap: Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar. Mustafa Baydar’ın elli edebiyatçıyla yaptığı söyleşi var kitapta; önce kısa biyografiler sonra sorular. Ama kimler kimler var bu elli yazar arasında, ne sözler ne sözler var. Denk gelirseniz okuyun, sanırım İletişim Yayınları tekrar bastı.
Söyleşilerde dikkat çeken en önemli şey şu: Sorular çok iyi hazırlanmış, cesur sorular. Cevaplar da müthiş samimi, içten ve dobra.
Şimdilik bir örnekle yetinelim:
Mustafa Baydar: Celal Sılay verdiği bir mülâkatta, Ataç’ın kültürü, münekkid olmıya elverişli, mizacı ise değildir diyor. Siz de aynı fikirde misiniz?
Asaf Hâlet Çelebi: Nurullah Ataç beyi şahsen severim. Evine gidip yemeğini yedim. Görünce benden selâmını diriğ etmez. Ama acaip halleri vardır. Bir kere evine çağırdığı zaman, sabahtan akşama kadar, Allaha inanıyor musun, niye inanıyorsun diye başımın etini yedi. Garip garip kelimeler uyduruyor ve bunu ille kullanılsın diye empoze etmek istiyor. Halbuki hayatiyeti olmadığı gibi lüzumsuz yere bir nevi dilde rasizm (ırkçılık) yapmaya matuf olan bu uydurma Türkçe kelimeler hem kakafonik ve hem de gülünç şeyler… Münekkid olup olmadığının farkında değilim amma, müşarünileyh, Edebiyat-ı Kadîmemizi pek iyi bilir ve pek de tatlı inşad eder… (Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, Sahife 67)
Tabi burda, bir şairin zamanın okkalı eleştirmenlerinden Nurullah Ataç hakkında söyledikleri çok mühim. Bugün böyle bir şey yapabilecek -afedersiniz ama- böyle taşaklı bir şair ya da yazar var mı? (www.kayiparaniyor.com)
16.Şubat.16 Salı
Avare çalıyı bildiniz? Rahmetli Adnan Azar’ın son kitabının adı, evet. Ama nedir avare çalı? Hani vahşi batılı Amerikan filmlerinde görürüz ya, yolda belde kendi kendine takılan, sürüklenip duran çer çöp topağı bir şey vardır. Hatta -benim en sevdiğim film olan- Arizona Dream’de görmüşsünüzdür muhakkak. Hah, o işte. Ozan Çororo aradı dün akşam, Abi ben bir sözlük hazırlıyorum diye yumurtladı. Tıpkı bu avare çalı gibi girip çıktığı yerlerde gördüklerini sözlük maddelerine çevirecekmiş; gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini ve elbette uydurduklarını yazacakmış. Eyvallah dedim, ne diyeyim başka!
O zaman, vira bismillah! Buyrun yakın Avare Çalı Sözlüğü’nden:
Lom Lom Yazar: Söyleşilerini okuduğunuzda etkilenerek (vayy be) kitaplarını okuduktan sonra harcadığınız zamana yanmaktan (tühh be) kendinizi alamadığınız yazar tipi. Bunların yazdıklarını düşündükleri şeyle yazdıkları şey arasındaki uçuruma nerden baksanız birkaç dünya sığar. Örnek: Çoook var.
Klasik: Kitap hakkında yazılanlar > Kitabın kendisi.
İnsan: Kendini bi bok sanan hayvan türü. Bknz. aynaya.
Genç Sevmeyen Yaşlı: Yaşından başından değil söylediği anahtar cümlelerden teşhis edebileceğiniz sıkıcı insan türü. En çok kullandıkları anahtar cümleciklerden örnekler: “Bizim zamanımızda”, “Eskiden böyle miydi ya, saygı vardı saygı”, “Şimdiki gençler…”, “Senin tevellüt kaç? Ha, sen bilmezsin o zaman”, “Ben şurdayken/burdayken (bu anıları en az beş defa dinlemişsinizdir zaten)” “Ellerinden düşmüyor o telefonlar, tabletler” Ve daha bir sürü benzeri…
Beşiktaş:
1- İnsana temelsiz ve gereksiz gurur veren futbol takımı. Şerefli ikincilik bahanesiyle yaşar ve taraftarı biraz serseridir.
2- İzmir’in Kınık ilçesine yukarıdan bakan ve hakikaten bir beşiği andıran görüntüsüyle kasabanın tepesinde dikilip duran dağcık.
Kaynana: Anne cenazesi. (Kaynak: Ergun Tavlan, Sesleri Alan:, Heterotopya Yayınları)
Şecaat Arz Ederken Sirkatin Söylemek: Güzel bir örnek için buradan yakınız.
Evlilik: Cehennemin bu dünyadaki simülasyonu.
* * *
Yönelim
Elim bazen yüreğimin üzerinde durur
İşte oradadır vatanım benim
Anna Pardi
* * *
Pazarertesi Sendromu
“pazar günleri pazartesi alır beni”
Haftanın Sonu, Pinhani
Televizyonun karşısında kaykılmış ütü yapmayı ve banyo etmeyi ve tırnaklarını kesmeyi erteledikçe erteliyordu. Televizyonda flaş haber belirdi: Yarın dünyanın son pazartesisi olacak! Rahatladı.
* * *
Rahmetli, kıymetli kitabının adının kısaltılarak kullanılmasından hiç hoşlanmazmış ya, olsun varsın, biz hınzırlığımızı yapalım yine de.
James Joyce’un Portre’sinden: “Maddenin yaratılması gibi başarılır estetik yaratılmanın gizemi. Sanatçı, yaratan Tanrı gibi, eserinin içinde ya da arkasında ya da ötesinde ya da üstünde kalır, göze görünmez, var oluşun dışına arınmıştır, ilgisizdir, bir kenarda tırnaklarını keser.” (s. 232)
17.Şubat.16 Çarşamba
Dünyanın ahvali malum, çok boktan. Yoksullar, vatansızlar, göçmenler ve insanca yaşamak isteyenler için cehennemden farkı yok dünyanın. Silah ve para tüccarlarının hakimiyetinde, onların yönlendirdiği bir dünyada debelenip duruyoruz. Tabi, bu herifler çok birikimli ve kurnazlar. Dinleri, tanrıyı ve tanrıları, ırk denen muhayyel kavramı heybelerinden eksik etmiyorlar. Hukuk mekanizmaları, kolluk kuvvetleri, hükümetler ve hatta devletler hep bu heriflerin kontrolünde. Komplo sever bir insan değilim, söylediklerim görülmeyen şeyler değil de zaten.
Bu anlamda, zamanımızın muhalefet ve direniş barikatının, insanın temel ihtiyaçlarının hemen dibinde kurulması gerekiyor. Irk, etnik köken ya da dini aidiyet çizgisinden çok daha berideki, çok daha temel bir sınıra işaret etmek istiyorum. Yani, soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya sahip çıkmaktan, direnişimizi burdan doğru kurmaktan bahsediyorum. Green pis midir temiz midir bilemem ama ana akım ve ciddi sol siyasetin küçümsediği “çevrecilik” çok önemli ve zamanımızın tek gerçek muhalefetidir. Evet, bu kadar da kesin konuşmak istiyorum.
Artvin’de, Cerattepe’de direnenlere selam olsun!
“Yaşasın ağaçların, insanların ve hayvanların kardeşliği!”
Onur Çalı
Görseller Don Kişot’un İzleri sergisinden. Ankara’da Çağdaş Sanatlar Merkezinde 6 Mart’a kadar görebilirsiniz.