Maltepe durağından bindiler metroya. Son kalan boş yerlere oturdular. Aylardan kasım olmasına inat yalnızca kısa kollu bir tişört vardı Birol’un üzerinde.
“Bu tuğla gibi kitabı ne sürükleyip duruyorsun her yere?”
“Normatif ve Meta-etik. Cumaya vizeler başlıyor,” dedi Merve uzun dalgalı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırarak.
“Akşama Memolara gitsek?”
“Of bir sürü şey var çalışmam gereken, bilemiyorum.”
Birol, sesini iyice yayarak yanaştı genç kıza.
“Ne o kız başın mı ağrıyor?”
“Ne alakası var, sınavlar var diyorum sana.”
“Yaza düğün dedik işte, nazlanma artık.”
“Sesini alçaltsana biraz…”
Merve karşı sırada, kimi gerçekten, kimi yer vermemek için numaradan uyuklayan insanları gözledi kuşkuyla. İki kişilik yeri tek başına kaplayan pardösülü, eşarplı kadın, gözlerini ikisine dikmiş, kapalı dudaklarını ufak çırpınışlarla titreterek dualar okuyor, avucuna gizlediği tespihi kısa aralıklarla yuvarlayıp duruyordu. Biraz ileride iki adamın arasına sıkışıp kalmış başka bir genç kız sıkıntıyla kıpırdanıp boşuna alan yaratmaya çalıştı kendisine.
“Annem diyor ki…”
“Boş ver gülüm anneni. Memo’nun ev boş. Film bakarız ilkten.”
Küçükyalı durağında Birol oturduğu yerde iyice yan dönüp genç kızın üzerine abanmış, elini paltosunun içine daldırıp ince kazağının üzerinden hafif hafif göbek deliğini okşamaya başlamıştı.
“Annem diyor ki, biz evlenince… Hazır daha oturmam da devam ediyor. Durmayın gidin Almanya’ya diyor.”
“O kadar ballı börekti de onlar niye döndüler. Yok, kızım ben katil olurum o memlekette. Karıyla gidilecek yer değil.”
Birol oturduğu yerde omuzlarını dikleştirip karşı camdaki aksini süzdü kısık gözlerle.
“Sence işe yaradı mı amino asit? Bisepslerime baksana bir.”
Tişörtünün kollarını birkaç kere daha kıvırıp pazılarını iyice gözler önüne serdi. Cimde mezurayla ölçmüşlerdi. Kesin bir artma vardı da gözle görülüyor mu emin olmak istiyordu.
“Ay üşümüyor musun sen bu incecik şeyle?”
“Nasıl oynatıyorum ama… Elle bak.”
Merve saçlarının ucunu dişledi sıkıntıyla. Kucağında duran kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı.
“Etik şöyle bir şey. Diyelim bizim çocuğumuz olmuyor. Tüp bebek yapmaya karar veriyoruz.”
“Memolara gidelim, bak o zaman nasıl olur çocuk. Karın baklavalarımı da gösteririm sana.”
Oğlanın elleri, kızın vücudunda ısrarlı dokunuşlarla ilerlemeye başlamıştı. Top sakallı adam yüksek sesle öksürünce irkildi genç kız.
“Of biraz dur ya! Laboratuar tüp bebek için bir sürü yumurta üretiyor, ama yalnızca bir tanesini kullanıyorlar. Geri kalanları ne yapıyorlar sence?”
“Omlet.”
“Deney yapıyorlarmış…”
Merve gözlerini camın ardındaki karanlığa dikmişti.
“Of be Merve! Olmayan şeyler hakkında konuşmaya bayılıyorsun ya. Vıdı vıdı vıdı.”
Bostancı durağından metroya binen iki genç adam tam Birol ve Merve’nin önünde dikildi.
“Sen de saç ektirsen ya,” dedi arkadaşına uzun boylu olanı.
“Oğlum daha erken. Bekliyorum.”
“Neyi?”
“Otuzuma geleyim bir. Karı kız da yok nasılsa şu ara.”
Birol ters ters baktı yeni gelenlere. Koca metroda gelip tam da önlerinde durmalarına bozulmuştu. Saçları dökük adamın altılı kaslarıyla kendininkileri karşılaştırdı bir an. Rakibinin ne kadar zamandır vücut çalıştığını merak etmişti. Eve gider gitmez internetten protein tozu istetecekti. Kredi kartına abanmak istemiyordu ama yarışmaya az bir zamanı kalmıştı.
Merve kitabın sayfalarında kayboldu. O kadar çok anlamadığı şey vardı ki. Felsefeyi seçtiği için pişmanlık duymaya başlamıştı bile. “Beş yüz lira kayıt parasını sokağa attın,” deyip başının etini yiyordu annesi. “Çeyizinin eksik gediklerini yapardın o parayla,” diyordu. Normatif etik. Meta etik. Dijital panoda, gelecek istasyon Yenisahra, yazıyordu.
“Bir şey mi dediniz bana?”
Yolcular başlarını sesin geldiği yöne çevirdiler. Kocasını, çocuklarını, tüm ceddini yemiş de hala doymamış iştahtaydı kadın. Diğeri ürküp ağzının içinde anlaşılmaz bir şeyler geveledi.
“Binerken sırayı takip edebilirdiniz…”
“Ayh. Siz de bindiniz ben de. Bir sorun mu var?”
“İnsanlara saygı göstermek gerek.”
“Neyiniz var bilmiyorum ama enerjinizi bende tüketemezsiniz.”
Sonra bilinmeyen bir şekilde yeniden eski akışına döndü vagon. Birol, kitabı Merve’nin elinden çekiştirmeye çalışıyordu.
“İş ne oldu?” dedi Merve.
“Değmez ya. Bin beş yüz veriyorlar. Nereden baksan iki yüz yola, üç yüz yemeğe gidiyor. Cime beş yüz veriyorum. Ne kalacak ki elime. Otururum daha iyi.”
“Babam sorup duruyor işte.”
“Neyi soruyor? Olmayan şeyin nesini soruyor adam ya.”
“Bilmiyorum. Nasıl evleneceğiz ki biz?”
“Bizimkilerle oturalım diyorum, ona da razı gelmiyorsun. Bu kez olacak bak görürsün. Kazanacağım yarışmayı.”
“Bir iş bulsan kiraya çıkardık ama…”
“Vıdı vıdı vıdı”
Ünalan’dan binen iki orta yaşlı adam boşalan yerlere oturdu. Pos bıyıklısı aynı soruyu yineleyip duruyordu.
“Ev sahibim aramamıştır değil mi?”
“Yok canım, bak bu aranan numara. Yani sen aramışsın en son adamı.”
“Şimdi biz adamın numarasını kurcalarken görmez bizi değil mi? Aman aklına gelmeyeyim de. Kirayı arttıracağım diye tutturdu. Ben de kıvırıp duruyorum.”
“Yok, bak şunlar arayan, diğerleri de aranan numaralar.”
Birol kaslarını ileri geri oynatmaya kaptırmıştı kendini. Merve kitabını kapayıp çantasına kaldırdı. Nasılsa hiçbir şey girmiyordu aklına.
Ayrılık Çeşmesi is the interchange station for Marmaray
Birol kızın eline yapışmış bırakmıyordu.
“Memo’ya ne diyeyim? Gidiyor muyuz?”
“Sanmam,” dedi Merve. “Etik olayını halletmeliyim önce.”
Son anda, bedenini insan kalabalığından sıyırıp vagondan dışarı atmayı başarmıştı.
Füsun Çetinel