Unutmak ve anımsamak bütün canlılar arasında yalnızca insana ait olan en önemli özelliklerden ikisidir. Yaşadığımız hayatın yoğun ritminden mi, tanık olduğumuz kimi durumların ağırlığından mıdır bilinmez hemen her şeyi çok çabuk unutuyoruz. Kolayca unutmak, biraz günü kurtararak yaşama alışkanlığından, bir parça da unutmanın ruhu iyileştirici etkisinden yararlanmak için. Yalnızca yaşadığımız olaylar üzerinden belleksizleşmiyoruz. Dilimizi, dolayısıyla düşüncemizi de unutuşa teslim ediyoruz ki asıl dikkat çekmek istediğimiz bu tür belleksizlik. Bundan yirmi yıl önce kullandığımız, aralarında ince anlatım farkları olan beş altı sözcüğün karşısına tek bir sözcük koyup aradaki küçük anlam farklarını ses tonumuzla, mimiklerimizle sağlamaya uğraşıyoruz. Dilimiz yoksullaşıyor, anlam daralıyor, düşüncemiz kısırlaşıyor.
Dili zamana hapsedip belli süreçlerle çevrelemek, dili tüketim nesnesi haline getirmekle eşdeğer. Bu yolla edebiyat eserlerini de bir sanat eseri için kısa sayılabilecek zaman parçalarına sıkıştırıyoruz. Yakın zamanda Honore de Balzac’ın Türkiye İş Bankası tarafından yayımlanan romanı Louis Lambert’i okuyordum. Romanın çevirmeni Samih Rifat sunuş yazısının bir bölümünde “dilin eskimesi” sorununa dikkat çekiyor. Samih Rifat önemli bir çevirmen, aynı zamanda şairliğini çevirmenliğinden çok bildiğimiz Oktay Rifat’ın da oğludur. Samih Rifat’ın söylediğine göre babası Louis Lambert’i 1940’larda çevirmiş. Doksanlı yılların ortalarında çalıştığı yayınevinden bu romandan bir bölümü günümüz diline aktarması istendiğinde, Samih Rifat “(…)çevirinin dilinin eskiliği, metindeki Osmanlıca sözcüklerin, babamın dilinde ve kaleminde hiç alışık olmadığım bolluğu, epey şaşırtmıştı beni” diyor. Bu serzenişiyle kendi çocukluğu ile günümüz arasındaki pek de uzun olmayan zamanın, dilimizde sebep olduğu değişikliğe dikkat çekiyor. Demek ki bundan altmış yıl önce dilimize çevrilen bir romanı Oktay Rifat’ın Türkçesinden okuyamayacağız. Aynı şey belki bir elli yıl sonra da Samih Rifat’ın başına gelecektir. Çeviri konusunda söz söyleyecek yetkinlikte değilim ama biliyorum ki edebi çeviri yapmak, yazmaktan daha zordur. Çevirmenlik, elinize aldığınız metni bir dilin içinden alarak başka bir dile oturtmak olmasa gerek. Metnin dilini, yazarını iyi tanımak, yazıldığı dönemi hatta yazıldığı coğrafyayı bile değerlendirmek; vereceğiniz emeğin karşılığı olmayacağını bilerek sayfalar arasında yitmektir. Bütün bunları düşünerek bir çevirmenin eserinin elli yıl sonra edebiyatın yaşayan alanında olmayacağını öngörmek üzüntü verici bir durum.
Murat Belge bir yazısında, “Özleştirme”, “arındırma” gibi olaylar dilin kendi içinden türeyen “rasyonel” ihtiyacın sonucu değil, dilin dışında, kendine özgü mantığı olan bir düşüncenin ürünüdür,” der.
Nasıl ki dilimizle düşünce sistemimiz arasında yakın ilişki varsa dili kullanmak da yaşam biçimimiz ve dünyayı algılayışımızla bağlantılıdır. Bizim gibi toplumlarda ideolojik düşünceler, dogmalar, sırtımızda taşıdığımız yaftalar, sorgulamaya cesaret edemediğimiz hemen her şey yaşam biçimimizi belirler. Bütün bu kavramlarca kuşatılmış birey; milliyet, din, etnik köken, cinsiyet, üzerinden kendini tanımlarken dilini de bu yapı üzerinden şekillendirecektir.
Eski dille bağımızı koparmamak açısından edebiyat derslerinde gençlerimize tat alabilecekleri eski metinleri yetkin öğretmenler tarafından sunmak çözüme ufak bir katkı sağlayabilir. Belki argonun da dile dâhil olduğunu, yerinde kullanılan argo sözcüklerin anlatımımızı çiçeklendirdiğini hesaba katmalı. Örneğin Hulki Aktunç ustanın “Argo Sözlüğü” daha fazla satmalı, lise kütüphanelerinde bulunmalı. Zorlama, kural, düzen merakı eğitimi tek tipleştirir. Tek tip eğitim, yaratıcılığın önündeki en büyük engeldir. Estetik sanat yapıtları, düşünceyi kendince alımlayan, seçim yapma özgürlüğüne sahip bireyler yaratır.
Dilimizi uçsuz bucaksız bir deniz gibi görmeliyiz belki. Yaşayan, değişen bu organik yapıya bir ölçüde dışarıdan müdahale edebilirsiniz. Denize bırakılan kimi nesneler çözünüp canlı organizmaya ait olacaktır. Kimilerini ise dalgalar çöp olarak uzak bir kıyıya bırakacaktır. Denizin kabul etmediğini tekrar içine atmanın anlamsızlığı ortadadır. Büyük denizlerin derinliklerinde doğal yapı ile uyum sağlamış, çoğu zaman deniz canlılarına barınak olan batık gemiler olur. Denizle organik hiçbir bağı olmayan bu zenginlikleri “yabancı” diye dışarı atmaya çalışmanın saçmalığına düşmemek gerekir.
Aysun Kara