Dostum, yıllardır İstanbul’un pek bilinmeyen yüzlerini kayda almaya çalışan iyi bir fotoğrafçıydı. Ayrıca iyi de portre çekerdi. Ödülleri vardı ama ödüllere değil kendi değerlerine önem veren bir sanat anlayışına sahipti. Sanatçı, herkesin görmediğini görendi ona göre. Çektiği fotoğrafların öyküsünü anlatırken kendinden geçer, bana da o anları yaşatırdı.
İki gün öncesi, “Perşembe günü boşsan on gibi stüdyoya gelsene,” demiş ve eklemişti telefonda, “Gecikme ama… Bir de en az iki saatini ayır.” Keyifle kabul etmiştim teklifini.
Kahvelerimizi içince “Gel stüdyoya geçelim” dedi. Stüdyo hayli geniş ve bir duvarı neredeyse tamamen camdı. Duvarın önünde üzeri siyah örtülü yan yana iki şövale ve karşısında rahat bir koltuk duruyordu. Girer girmez koltuğu yana itip yerine iki sandalye yerleştirdi. Oturmamı işaret ederken, şövalelerin üzerindeki örtüleri sıyırıp yana koydu.
Yaklaşık 40×50 cm boyutunda, bir kadının siyah-beyaz iki kare fotoğrafı göründü. Işık arkamızdan geliyordu. Soldaki fotoğraf tam, diğeri yarım profil ve ikisi de omuz hizasından çekilmişti. “En güzel bu saatlerde görünüyor.” deyişi daha önce tek başına da seyrettiğini düşündürdü.
Gözlerim iki fotoğraf arasında hayranlıkla geziniyordu. Ayrıntıları algıladıkça kalp atışım değişmeye başladı. Hafifçe öksürerek bir iki kez de yutkundum. Gerçek boyuttaki fotoğraflarda cildinin pürüzsüz, duru hali o kadar belirgindi ki gerçeğine bakıyormuş hissi uyandırıyordu. Gözleri kapalıydı. Geriye doğru düzgün taranmış saçları, kulaklarının üstünü örtüyor ve ensesinin biraz üstünde toplanıyordu. Çenesi biraz ileri çıkıktı. Köprücük kemiğinden yukarı çiçek sapı gibi uzayan gergin boynu inceydi. Üst dudağının bitim çizgisi ile azıcık yukarı kalkık burnu arasındaki kavis, zarifti; küçük burun kanatları ise yarım profil karede hafif gölgeliydi. Konuşmuyor, dünyadan kopmuş gibi sadece fotoğraflara bakıyorduk.
Ne kadar seyrettik bilmiyorum. Bir fotoğraftan, fotoğraftaki bir yüzden hiç bu kadar etkilenmemiştim. Kalkıp yanağına dokunsam, yüzündeki ayva tüylerini hissedebilirdim.
Yüzü bu kadar güzelse vücudu da güzel midir acaba diye düşünürken Alexandros’un Milo Venüs’üne, biraz da Praksiteles’in Knidos Afroditi’ne benzettim içimden. Şimdiye kadar gördüğüm heykel ve resimlerdeki Venüs’lerden daha mı güzeldi; evet.
Önce o kalktı. Elleri cebinde dolaşmaya ve bu anı bekliyormuş gibi sakin sakin anlatmaya başladı. “Bir resim sergisinde tanışmıştık. Bu ikinci görüşümdü.” Camın önünde, arkası dönük, bir süre durdu. Sonra dönüp bir şey hatırlamış gibi fotoğraflara bakarak devam etti; ”Bu ikisini kendi bıraktı.. Diğer negatifleri aldı.. Eşim bile görmedi. Göstermeyeceğim. Görse delirir. Gerçekten çok güzeldi.. Sekiz kare çektim.. Dördü belden yukarı. Bir kadın bile bu güzelliğe dayanamaz. Ellerim… Ellerim ve dizlerim titriyordu ayarları yaparken. Hayır, tensel bir arzu değil, estetik haz duygusuydu sanırım. Bir de böyle bir güzelliğe bir daha bakamayacağımı bilmenin telaşı olabilir. Oysa o ne kadar rahattı.“ O anları yaşar gibi kesik kesik konuşuyordu. Hiç sözünü kesmedim. O anlatırken Venüs’ün heykelini ya da resmini yapan sanatçı olmanın nasıl bir duygu olabileceğini düşündüm bir yandan. Öyle bir güzelliğe engelsiz, sınırsız bakabilmek nasıl bir duyguydu.
Birkaç ay o iki kareyi zihnimden silemedim. Beyoğlu’nda volta atarak o yüzü aradım sokaklarda. Her ulustan insana rastlamak mümkündür diye düşünüp güneşli saatlerde kim bilir kaç kez dolandım İstiklal’de. Benzer birini gördüğümde birkaç kez peşine düşüp hissettirmeden profiline baktım. Benzerleri vardı ama o değildi. Aslında, bir gün onu görsem de tanıyamayacaktım, çünkü iki karede de gözleri kapalıydı.
Görünen, başkası tarafından sınırlanmıştır ve olanı gösterir bize. Görünmeyen ise sınırsızca düşlenebilir. Düşler, ulaşılmazlara ulaşabildiğimiz tarifsiz ve sınırsız güzelliklerdir. Da Vinci’nin Mona Lisa’sının karşısına geçip baksam kalp atışlarımın hızlanacağından eminim. Hangi açıdan bakılsa, bakanı gören bir kadındır o. Bu iki karede ise izleyeni ile karşılaşmak istemeyen bir kadın vardı. Görülmekten çok düşlenecek biriydi. Adını sormadım ve artık bilmek de istemiyorum. Bir gün, o iki kareyi zihnimde birleştirdim ve stüdyodan çıkardım. Evet, dostuma ihanet ettim ama başka çarem yoktu. O, artık benimle.
Servet Şengül