David Fincher’in 1999 tarihli kült filmi Fight Club, postmodern bir sanat eserine yakışır biçimde, hemen her konuda tartışma zemini sunmuştu. Tüketim toplumu, tüketim toplumunun ürettiği kişilik bölünmesi, tüketim toplumuna muhalefet biçimleri ve bu muhalefet biçimlerinin örgütlenmeye dönüştüğü anda faşizan bir yapıya dönüşmesi gibi. Film, Diken ve Laustsen’in tarifiyle, meta fetişizmine iki alternatif sunuyordu, biri estetize edilmiş şiddet, ikincisi ise potlaç.[i] Fight Club nihayetinde kapitalizmin dışında bir mümkünlük arayışıdır ancak kapitalizmin dışında bir varoluş imkansızdır. Diken ve Laustsen, filmdeki dövüş kulübünün çeteyi, onun arkasından gelen kargaşa projesinin ise orduyu andırdığını söyler; kurallar, sır tutmaktan itaate kaymaya başladığında ve bir lider ortaya çıktığında, Freud’un tanımladığı türde efendisi olan aileye benzer biçimde düzenlenmiş kitle ortaya çıkar.[ii] Tıbbi atık çöplüklerinden toplanan emilmiş insan yağlarıyla sabun yapılmasının toplumsal hafızadaki çağrışımı Nazilerin uygulamalarıdır. Gone Girl de Fight Club gibi farklı söylemler arasında gidip gelen bir yapıya sahip. Filmi bir yandan, kurum olarak evliliğin tükenişi, çıkmazları ve aile içi şiddet çerçevesinde ele almak olasıyken diğer yandan tüm bu bakış açısını geçersiz kılan bir kadın karakter sunumu eşliğinde, ‘kadın beyanı esastır’ ilkesinin içinin boşaltılmasına tanık oluruz. Dolayısı ile filmin yeni bir tür feminist karakter yarattığına dair fikir beyan eden yazarlar olduğu gibi, kadın düşmanı bir söyleme sahip olduğunu belirtenlerin de sayısı oldukça fazla.[iii]
David Fincher, Gone Girl’de bir yandan evlilik hayatının tükettiği kentli ve eğitimli bir kadın yaratarak feministlere göz kırparken diğer yandan mizojinist bir bakış açısı da sunuyor. Amy eski aşığı Desi’ye sığındığında, yirmi yıldır onu bekleyen mükemmel erkek olarak çizilen karakter, Amy’ye evinin kapısını açmasının karşılığı olarak Amy’den doğrudan açık biçimde cinsellik talep ediyor. Amy’yi lüks evine süs bebeği gibi yerleştiriyor ve ondan eskisi gibi mükemmel görünmesini, kendisine çeki düzen vermesini istiyor. Desi için Muhteşem Amy’nin, sahip olduğu diğer metalardan bir farkı yok. Amy’nin, Muhteşem Amy kalıbına girdiği kahvaltı sahnesinde, filmi izleyenlerin hatırlayacağı üzere Desi, kadının kalçasına gözünü dikiyor. Dolayısı ile bu bağlamda düşündüğümüz zaman, Amy’nin kendisine saygı duymayan bir erkek evreninde Lisbeth Salander’a[iv] dönüşmesi, pek çok feministin gönlünü alabilecek türde bir kurgu. Öte yandan Fincher’ın kurnazlığı sayesinde, bakış açımızı değiştirip her şeyi tam tersi yönde de yorumlayabiliyoruz. Parasız kaldığı için zengin eski aşığı Desi’ye sığınan Amy onu istediği gibi yönlendiremeyeceğini, adamın kendisinden ısrarcı talepleri olduğunu fark ettiğinde Desi’yi vahşi biçimde öldürüyor. Yanı sıra, filmde nasıl tecavüze uğramış taklidi yapılabileceği, hamile olduğumuza dair nasıl kanıtlar sunabileceğimiz hakkında birçok yöntem öğreniyoruz. Amy’nin yalan söylediğini biliyoruz ve onun yalanını sorgulayan tek kişinin de başka bir kadın (polis) olması filmi daha mizojinist kılıyor. Amy’nin hastanede FBI ajanları ve polise yanıt verdiği sahne, tüm feminist hareket ve kazanımlarıyla dalga geçer nitelikte:
Amy: Biliyorum ona (Desi) ben yüz verdim, ben sebep oldum.
FBI: Lütfen kendinizi suçlamayın.
Böylesi yüksek bütçeli, dünyanın dört bir yanına dağıtımı gerçekleşen, milyonlarca insana ulaşan bir filmin, kadınların taciz, tecavüz ve aile içi şiddete dair söylemlerinin nasıl kusursuz kurgulanmış yalanlar olabileceğine dair fikir yürütmesi açıkçası pek de iyi niyetli değil. Kadınlar elbette yalan söyleyebilir ancak yalan söyleyenlerin oranı doğru söyleyip inandıramayanların, bunu polis sorgusunda, adli muayenede kanıtlamak zorunda olanların yanında çok çok az.
Fight Club ve Gone Gırl’ün farklı fikirler arasında salınmalarının yanında, bir ortak özelliği, aynı toplum yapısından söz ediyor oluşları. Fincher, Gone Gırl’de, Fight Club’da çerçevesini çizmiş olduğu tüketim toplumlarının gözetleme/denetim/gösteri özelliğini ön plana çıkararak (toplumsal cinsiyet mevzusunda almadığı tavrın aksine) son derece derli toplu bir medya eleştirisi sunuyor. Amy’nin kaybolmasının/evi terk etmesinin ardından gerçekleşen basın açıklamasında, eşi Nick’in Amy’nin fotoğrafının yanında güldüğü çekim tetikleyici nitelik taşıyor. Bu andan itibaren soruşturma, televizyon programcılarının ve gazete haberlerinin yarattığı kamuoyundan bağımsız ilerleyemez hale geliyor ve tüm karakterler bu kamuoyunun güdümüne giriyor. Televizyon ve gazeteler sürekli kamuoyunun yönünü değiştiriyor. Televizyon programında konuyla ilgili görüşü alınan avukat kaçınılmaz biçimde Nick’in avukatı olur. Medyanın yönlendirdiği avukatı tutmanın yanı sıra karakterler birbirleri ile medya yoluyla iletişim kurar ve iletişimin niteliğini de yine elbette medyanın retoriği belirler. Medyanın atadığı avukat, Nick’e televizyonda nasıl davranması gerektiğini, ne söylemesi ne söylememesi gerektiğini anlatır ve kocanın başarılı performansını izleyen eş Amy eve döner. Filmin yarattığı uzamda iki insanın birbirleriyle doğrudan, kendileri olarak diyalog kurmaları olanaksızdır. Tam da Baudrillard’ın simülasyon evrenine ya da Guy Debord’un gösteri toplumuna özgü biçimde, simülatif bir evliliğe, simülatif birer kişiliğe sahiptirler ve herkesin hayatı tek başına gösteriye dönüşmüş durumdadır. Filmin gizli baş karakteri televizyon ve gazeteler yani KİA’dır belki de.
Fight Club ve Gone Gırl’in baş karakterleri Jack/Tyler Durden, Amy ve eşi Nick de benzer özelliklere sahip. Jack ve Tyler Durden, normalleştirilmiş yasaya saygılı özne ve onun hayalet ikizi[v] iken aynı ifade pekala Muhteşem Amy ve ‘kötü’ Amy için ya da ‘mantığın sesi’ olan ikiz Margo Dunne ve karısını aldatan, ona şiddet uygulayan ‘kötü’ ikiz Nick Dunne için de kullanılabilir. Palahniuk’un romanında, karakter kendisini “kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkek nesliyiz” sözleriyle tanımlar, Jack babasını hiç tanımamıştır[vi], Amy’nin babası fiziken var olsa da simgesel manada yoktur, eşi yani Amy’nin annesi tarafından yutulmuş bir karakterdir.
Fight Club’ın aynı zamanda anlatıcısı olan baş karakteri filmin başlarında nasıl ki bir proje çerçevesinde yaşayan, Martha Stewart ve İkea kataloglarında örneklenen tüketim kültürünün kölesi olmuş, tüketimle kendisini ifade etmeye çalışırken ‘penguen’ler gibi aynılaşmış bir insansa; aynı şeyler Amy için de geçerlidir. Amy de filmin anlatıcısıdır ve annesinin yarattığı Muhteşem Amy projesinin kölesidir. Muhteşem Amy, adeta bir superego gibi ona olması gereken kız çocuğunu ve ideal kadını göstermiştir. Jack’in kişilik bölünmesi tüketim toplumundan kaçış talebiyse Amy’nin kaçışı da Muhteşem Amy olmaktan kaçışa tekabül eder. Bu kaçış çerçevesinde tıpkı Jack gibi Amy de düzene karşı çıkışını bedenine zarar vererek görünür kılar; saçlarını keser, boyar, yüzüne sert bir cisimle vurur ve ortaya ikinci bir Amy çıkar. Jack için dövüşmek gerçek bir deneyime imkan tanımayan toplumda bir tür savunma edimiyse[vii], Amy’nin de kendisine ait deneyimleri yoktur ta ki Muhteşem Amy olmaktan kaçana dek. Amy için acı hissetmek hayatı yeniden keşfetmenin, yaşadığını hissetmenin yolu haline gelir. Fight Club’da kapitalizmin dışında olan bir şeyi araması ve dışarısı diye bir şeyin olmayışına benzer biçimde[viii] Gone Girl’de, evliliğin dışında Amy’e süs eşyası gözüyle bakan takıntılı eski sevgililer, yoksul ve gözünü para hırsı bürümüş tehlikeli ötekiler vardır. Filmin sonunda Amy, kendisini kişiliksizleştirerek bir kuklaya dönüştüren düzeneğin iplerini eline alır. Amy kendisi için güvenli olduğunu fark ettiği ve ‘rıza gösterdiği’ düzenin sürmesinden yanadır. Tek farkla; artık kendisi yönetecektir bu projeyi, annesi ya da eşi değil. Belki de en önemlisi herkes bunun bir anlaşma, oyun olduğunu bilecektir. Bu bağlamda filmin sonunda gerçekleşen, toplumun her mikro yapısının bir reality show’a dönüşmesinin resmidir.
Gül Yaşartürk
[i] Bülent Diken ve Carsten Laustsen, Dövüş Kulübü: Ağ Toplumunda Şiddet (ss: 121-149) Filmlerle Sosyoloji içinde çev: Sona Ertekin, Metis Yayınları, 2010, sf 144
[ii] Diken ve Carsten Laustsen, sf. 136 ve 139
[iii] Filmle ilgili yayınlanmış yazılara dair bir derleme için bkz. http://www.5harfliler.com/gone-girlu-izlediniz-mi/
[iv] The Girl With The Dragon Tattoo, Niels Arden Oplev, 2009
[v] Diken ve Carsten Laustsen, sf. 127
[vi] Sf. 128
[vii] Sf. 132
[viii] Sf. 144
Yazı, Mesele Aylık Kitap Dergisi’nin Ocak 2015 tarihli 97. sayısında yayımlanmıştır.