
Edebi değeri bulunan her kitap aynı şansa erişemeyebiliyor. Küçük bir yayınevince basılan kitabınız yanlış diziliyor, düzeltisi yapılamıyor, iyi niyetinden şüphe etmediğiniz yayınevini bir nevi sırtınızda taşır hale geliyorsunuz. İyi dağıtılmadığı için, “yeter ki okunsun” düşüncesiyle, üstüne bir de posta parası vererek sorana, isteyene gönderiyorsunuz.
Bu köşede yazılarım sürdükçe kendini böylesi zorluklarla var etmiş güzel kitapların sesine kendimce ses vermek istiyorum. Bu yazının konusu Deniz Faruk Zeren’in Yasak Kitap’ı. Kitabı Ankara’da Dost Kitabevi’nde bulamadım. Turhan Kitabevi ise siparişim üzerine getirdi. Bu emeğin karşılığını günlerce aklımdan çıkmayan, kuvvetli öyküler okuyarak aldım.
Bildiğin Gibi Değil adlı kitaptan okuduğumuz söyleşilerde Kürt gençleri memleketin batısındaki akranlarıyla ilk kez dertleşiyordu. Batı için uzak, korkunç bir masal olan güneydoğuyu okuyorduk bu iç dökmelerde, dağın ardının nasıl bir sığınağa dönüştüğünü seziyorduk. Gezi eylemcisi Ayşe Deniz Karacagil’e, dört arkadaşıyla birlikte yargılandığı davada 98 yıl hapis cezası istenmesinin ardından, Karacagil dağa çıkmıştı. Yeterince öteki olduğunuz anda devletin elinin en batıya dek uzanıp sizi sokakta linçle, gözaltında işkenceyle, hapishanelerde tecritle yok edebileceğini, bunun güneydoğuda anlatılagelmiş eski bir masal olmadığını gördük. Keşke anlamak için buna gerek olmasa, içini dökenlere kulak versek…
Yasak Kitap’taki öyküler, bir sığınaktan öte, yaşamın, doğanın ta kendisi olan “dağ”ı anlatıyor. Her birimizin giderek illegal olduğu bu çağda, sevmelerin, bir dostla buluşmanın, bir arkadaşın evine uğramanın nasıl yasadışı bir eyleme dönüştüğünü okuyoruz.
Karakol adlı öyküde arkadaşlarını ziyaret etmeye giden öykü kişisi, içeride bekleyen polislerce eve alınır. Üstü aranır, sorguya çekilir. Öykü boyunca komşular, başka arkadaşlar, akrabalar… Her gelen aynı şekilde karşılanır. Ev küçük bir karakola dönmüştür artık. Telsizin şarjı bittiğinden destek isteyemeyen polisler ev kalabalıklaştıkça etkisiz kalır. Gülen yüzlerin, sohbetin, dostluğun içinde sesleri işitilmez, kaba kuvvetleri hissedilmez olur. Üniformaları gülünesi bir anlama bürünür.
Erik Zamanı adlı öyküde bir buluşmaya tanıklık ederiz. Aslında neden gizlendiklerini tam olarak öğrenemediğimiz erkek ve kadın görülme, yakalanma, belki ihbar edilme olasılıklarıyla tedirgin, yoksul bir işçi evinde buluşur. Usul usul, zamandan yana yetinerek ama dostluğu, sevmeleri de çoğaltarak güzel bir gece geçirirler. Oradaki gizil korkuyu ve tedirginliği öyle güzel hissederiz ki saklanmalarının gerekçesini bilmeye ihtiyacımız kalmaz.
Kitabın, atmosferi en güçlü öykülerinden biri belki Kokarca’dır. Bu adlandırma 90’larda devlet tarafından gerillalar için kullanılırmış. Bu öykünün, bağlamından koparıp okuduğumuzda belki melodrama kaçacak koku tarifleri, öykü bütünlüğünde unutulmaz bir atmosfer inşa ediyor: “Sere serpe uzanıp yeşil otlar üzerine uyurdu da, kır kokuyordu adam. Ot kokuyordu, bok kokuyordu. Çiş kokuyordu. Taş kokuyordu. Taze sürmüş bir çiçeği koklamıştı da daha geçende, yaprak kokuyordu. Tohum kokuyordu. Gömleğinin içlerine düşüp, koynunda ezilip kalmış ölü tırtıl kokuyordu. Bir çukurda ateş yakıp, önünde bağdaş kurup oturmuştu da ateş kokuyordu…”
Önemli Misafir adlı öyküde, yanına verilen tembihli eşlikçi Zeynel’le dağdaki bir dostunu görmeye giden Azad yol boyu aşırılıklarıyla Zeynel’i bunaltır. Dağda dostu Sertav’ı gören Azad ehlileşecektir. Dağ, dereleri, çukurları, otlarıyla barındırır bu üçlüyü. Zeynel arada sıkılır, televizyonunu özler. Zeynel’in düşünceleri dağla şehir arasında, akılla delilik arasında, mücadele etmekle uyuşup kalmak arasında yer değiştirir. Öykü atmosferi yine çok kuvvetli, bütün ayrıntılarıyla gündelik yaşam, diyaloglar oldukça sahicidir. Metin anlattıklarının evreninde bir meşruiyet kurmuştur. Sertav nasıl uçurum kenarında açmış bir çiçeği koklamazsa öleceğini düşünmüş, koklarken yuvarlanıp düşmüşse ve ölmemesini çiçeği koklamasına yormuşsa, Azad da dağdaki dostunu görmek için haykırmış, yemeden içmeden kesilmiş, onu görmezse ölecek duruma gelmiştir. Dağdaki bir dosta sarılmak, uçurumdaki bir bahar çiçeğini koklamak gibi tehlikeli ve vazgeçilmezdir. Bu insanlar yaşamı güzel kılmak zorundadır. Ne pahasına olursa olsun… Öykünün yaşam dünyası okuru buna inandırır.
Bulantı adlı öyküde tiksintiden ağzına burnuna sinekler dolan öykü kişisi yol kenarında öğürüp durur, bir türlü sineklerden kurtulamaz. Bulantısı dinmeyecektir, derdini yoldan geçen işçiler anlar. Birisi “Demek tanıdın sen de zenginleri” diyerek üzülür. Bu öyküde olduğu gibi zaman zaman gerçeküstünün olanaklarını kullanıyor Zeren. Ancak bu durumda öykü kişileri ya delirmiş ya da hastalanmış oluyor, gerçeküstüne böyle bir açıklama getirilmiş oluyor.
İçinde çocukların koşturduğu güzelim öyküler de var kitapta. Muzobunlardan biri. Sabaha dek saman balyalarının tutuşma ihtimalini ve sonuçlarını düşünüp kıvranan Muzo. Çocuklar yoksulluk ve eşitsizliğe aşinadır. Kemik adlı öyküde kasapta çalışan Sıtkı, köpeğe diye kim bilir kime taşır kemikleri…
Yasak Kitap’ta yirmi beş öykü var. Her biri aynı coğrafyadaki yaşamın başka bir parçasını bozup yeniden kuruyor. Büyük şehirlerde bile, yıllar geçse de gelip öykü kişilerini buluyor geçmişleri, özleri. Ya da dönüp kendilerini, dostlarını bulmaya gidiyorlar. Ben öykülerden birkaçını seçtim haklarında konuşmaya. Kitabı bulmak ve hepsini okumak size düşüyor.
Pelin Buzluk
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisinin 5. sayısında (Ekim-Kasım 2014) yayımlanmıştır.