Lokanta iyiydi, öyle fazla gösterişli değildi; bir Yunan lokantasıydı; yakışıklı, iyi giyinmiş Yunanlı bir başgarson, bir de neşeli görünmeye çalışan, ufak tefek, yorgun kadın garson. Akşam yemeğiydi, gece yemek yeyip canlı kalmaktı, masada konuşmaktı. Dünyaydı, dünyanın insanı şaşkına çeviren hüznüydü, sonra kıza şunları söylemekti: Belli olmaz, belki de doğrudur, belki de öldürürler Hitler’i yazdan önce.
Yunan lokantasında konuşmaktı.
Belki Mussolini’yi de öldürürler, dedi delikanlı. Hepsini öldürürler belki.
Kıza baktı; hüzünlü, sessiz gölgesi yüzünün; hüzünlü, sıkılmış dudaklar; hüzünlü gözler, hüzünlü bir gülümseyiş.
Garson kıza soracağım, dedi adam.
Kimseyi öldüremezler dedi, dedi kız.
Biliyorum dedi adam, ama hoşuma gidiyor Hitler’in yazdan önce öldürülebileceğini düşünmek.
Kalın cam tabla hüzünlüydü çok; yüksek, hüzünlü Scotch şişesi; hüzünlü gölgeleriyle hüzünlü tuzlukla biberlik; yandaki bölmede oturan hüzünlü insanlar; dışarıdaki hüzünlü insanlar; dışardaki hüzünlü cadde; hüzünlü pencereler, kapılar, evler, odalar.
Hitler korkak, kalleş bir fare, dedi delikanlı. Kocaman bir fare. Küçük bir fareye kimse aldırmaz.
Garson kız kahve getirdi.
Siz bilirsiniz, dedi delikanlı garson kıza. Hitler bir fare mi, yoksa değil mi?
Garson kız anlamıştı. Bir şakaydı bu. İşinden olmazdı, bir kötülük gelmezdi kendisine bu yüzden.
Bence bir fare o, diyerek güldü.
Gördün mü? dedi delikanlı. Herkes biliyor Hitler’in bir fare olduğunu. Herkes bekliyor Hitler’in ölmesini. Hitler ölmeden kimse mutluluk duyamaz yeryüzünde.
Garson kız kendi kendisine gülümseyerek uzaklaştı, ama büsbütün şaşalamamış da değildi.
Deli sanacaklar seni, dedi kız.
Sanmazlar, dedi delikanlı. Herkes bekliyor içinden Hitler’in yazdan önce ölmesini.
Yunan lokantasından çıkınca bir sinemaya gittiler. Kötü bir filmdi, dünyanın aradığı şey aşk, yalnızca aşktır demek istiyordu. Bir bakıma güzeldi de. Kötü yerleri atılırsa, geri kalanı iyiydi; insanların bir arada olmak isteğini gösteriyordu, orası iyiydi. Bir sürü sıkıntı, dert vardı ortada, ama adamla kadın bütün güçlükleri, uygarlığın yarattığı engelleri aşıp birleşmek istiyorlardı. Filmde bu durum pek belirtilmemişti, ama anlıyordu insan gene de. Sinemada herkes, kadın, erkek, çocuk, herkes onların birleşmesini istiyordu. Herkesin hoşuna gidiyordu bu birleşme.
Cumartesi gecesiydi, ertesi gün öğleye kadar uyuyabilirlerdi. Bütün hafta çalışmışlardı, eve gitmek için aceleleri yoktu, sessiz, küçük bir biraevine girdiler, çalgısız, gürültüsüz, yalnızca bira, bir de masa, sabahın saat ikisine kadar bira içtiler orada.
Sabahın saat birinden az sonra genç bir İtalyan geldi elinde akordeonla, çalmaya başladı. Üzgün görünüşlü bir İtalyan’dı, çaldığı şeyler de hüzünlüydü. Büsbütün kör değildi, ama iyi görmüyordu. Çalarken bazı yerlerde kendisini müziğe kaptırıyor, yüzüne İtalyan’lara özgü aşk hüznü yayılıyordu. O Sole Mio’yu, A Vuchella’yı çaldı.
Kız azıcık sarhoş olmuştu, delikanlı da azıcık sarhoştu, ama her şey yolundaydı; müzikti, O Sole Mio, güneşim, İtalya, aşk şarkıları söyleyen basit insanlar, bütün dünyaydı hüzün içinde, aşk isteyen; delikanlının birasını her yudumlayışında kız da birasını yudumladı; bir parçasıydı bu aşklarının, birlikteki suçsuzluklarının bir parçası, benzerliklerinin bir parçası; uyanık olmak birlikte, küçük bir biraevinin masasında, bira içmek birlikte, genç İtalyan’ın hüzünlü müziğini dinlemek birlikte, yeryüzünde canlı olmak birlikte, aynı yerde olmak, herbiri milyonlardan bir kişi. Güzeldi, bardağın içindeydi öpücük; gözleriyle içtiler birbirleri için; biliyordu delikanlı sarhoş olduklarını, ölümsüz olduklarını, Hitler’in de, bütün öteki korkak, kalleş koca farelerin de yazdan önce öleceklerine inanıyordu bütün gücüyle, yeryüzünde her şeyin yoluna gireceğine inanıyordu.
William Saroyan
Çeviren: Memet Fuat