Bize kitabın ana karakteri Rudolf’u takdim eden bir girizgahla başlar Beton. “Marttan Aralık’a kadar diye yazıyor Rudolf….” diyen bu ses Rudolf dışında bir anlatıcıyı işaret eder. Orada biri, kim olduğunu bilmediğimiz bir anlatıcı vardır ve Rudolf’un yazdıklarını bize nakletmeye girişir. Rudolf, kendisiyle ilgili bir şeyler karalamıştır ve o anlatıcı da belli ki bunları okumuştur. Fakat o sesi daha ilk satırda kaybederiz. Kimdir anlatıcı? Rudolf’un nesidir? Onu merak edecek zamanı tanımaz bize yazar. Anlatıcının yerini bizatihi Rudolf’un sesi alır. Tüm metin boyunca Rudolf’un hikayesini yine Rudolf’un zihninden dinleriz. Ne zaman ki o 98 sayfanın sonuna geliriz; başlangıçtaki anlatıcının sesi tekrar duyulur. Ve perde sahneye değil okurun üzerine iniverir. Zavallı okur, zavallı biz. Vakit Rudolf için üzülmeyi kenara koyup kendimiz için endişelenme vaktidir…
Peki ama bu Rudolf da kimdir? Avusturya’nın kırsalına kaçıp saklanmış bir münzevi. Aileden kalma malikaneye yerleşmiş, kronik akciğer hastası. Sürekli doktor kontrolünde. Ölmekten veya delirmekten it gibi korkuyor. Nefret ettiği ablası haricinde tüm ailesini kaybetmiş, orta yaşlarda bir adam. Etrafını bile isteye boşaltmış. Eş yok, dost yok, arayanı soranı yok. Evin işlerini üstlenmiş emektar hizmetçisi, doktoru ve ablası harici kimseyle irtibatı kalmamış. Cins-i latife ise sırtını daha yirmili yaşlarda bilinçli olarak dönmüş. Zihinsel ihtiraslarla kadın arkadaşın birlikte mümkün olmadığını düşünüyor (haksız mı?) Aynı zamanda o bir entelektüel. Hayatının son 10 yılını besteci Mendelsshon Bartholdy üzerine yaptığı “zihinsel çalışma”ya vakfetmiş. Yüzlerce kitabı, binlerce sayfayı hatmetmiş ve maalesef 10 yılın sonunda Mendelssohn hakkında henüz tek bir satır yazabilmiş değil. Ama ümidi var. Hatta tek ümidini o zihinsel çalışmaya bağlamış. İnsanoğlunun tüm edimlerinin, aile dahil her tür sosyal örüntünün ikiyüzlülük barındırdığını düşünüyor. Zamanında sosyalist partiyi üye olmuş, üşenmemiş keşişliği bile denemiş. Afrika’daki açlara yüklüce bir çek yazmaktan da imtina etmemiş. Kiliseye, devlete, ülkesine, politikacılara, edebiyat ve sanat çevrelerine; velhasıl tüm kurumlarıyla insanı kuşatan o devasa sisteme ve onun tüm aktörlerine saldırıyor. İnsanı yaşama bağlayan bütün o “tutamaklar”ın ipliğini tek tek pazara çıkarıyor. Ama gel gör ki Rudolf tüm çelişkileri, saplantıları, zaafları ve tutarsızlığıyla herkes gibi bir insan. İlaç endüstrisine sövüyor ama avuç dolusu hapı yutmayı da ihmal etmiyor misal. Ailesinden nefret ettiğini söylüyor, ama sonra dönüp yıllar önce ölmüş annesinin paltosunu çıkarıp kokluyor. Dostlarından birinin intihar ettiğini, diğerinin de delirdiğini anlatıyor bize. Ölmek veya delirmek korkusu varoluşunu sürekli tehdit ediyor Rudolf’un (hangimizi etmiyor ki?)
Nihayet, 1,5 yıl önce gittiği Palma’ya (İspanya/Mayorka Adası) tekrar bir yolcululuk fikrine saplanıyor. Elinde koca bir valiz dolusu Mendelssohn yazısı, aklında ise Palma’da 1,5 yıl önce tamamen rastlantı sonucu tanıştığı genç Alman kadın ve kocasının trajedisi, yola koyuluyor. Varoluşuna anlam katan o tek tutamağın ipine bir kez daha güçlüce asılıyor. Mendelssohn konulu zihinsel çalışmasına nihayet Palma’da başlayabilecektir.
Burada duralım.
Zihnimiz ölümü deneyimleyebilir mi?
O, yani zihin, yüzde yüz kesinlikle ölümü öngörebilir; ama asla deneyimleyemez. Çünkü öldüğümüz an itibariyle zihnin alanından çıkmışızdır. Ve kendi ölümümüzü bir deneyim olarak bilmemiz asla mümkün değil.
Peki deliliği deneyimleyebilir miyiz?
“Akıl Oyunları”ndaki John Nash’i anımsayalım. Gördüklerinin bazılarının bir sanrı olduğunu anlayabilmişti. Nash’in gözünü açan şey etrafında hiç yaşlanmadan dolanan birkaç karakteri fark etmesi değil miydi? Sanrıyı gerçekten ayırt etmenin yolunu elindeki yegane ipe –aklın ipine– tutunarak bulmuştu. Ama yine anımsayalım; bu her seferinde işe yaramıyor, gerçek ve sanrı birbirine karışıveriyordu.
Aklınızın ipine çok asılmayınız, diyerek bitirmek istiyorum. Hele ki tutamak niyetine elinizde kala kala bir o kalmışsa.
Hem belli mi olur, bakmışız ipin ucu elimize gelmiş.
Bu satırların yazarının notu: Ah Yusuf Atılgan, sen ne güzel yazarımsın! Ve tabii tüm yollar Camus’ye çıkar.
İrem Karabaş
olağan üstü bir yaklaşım, Beton’a, deliliğe , akla