32882-jin1

Reha Erdem, benim en sevdiğim Türkiyeli yönetmen ve mesele edindiği şeyler bakımından da tam da bu Türkiyeli nitelemesini hak eden bir yönetmen. İlk filmi A Ay dışında tüm uzun metraj filmlerini izledim. Jin’i de aylardır merakla bekliyordum ki izledim sonunda (Ankara’da sadece bir salonda, küçücük bir salonda gösteriliyor, kaçırmayın derim).

Kosmos’la birlikte Reha Erdem sinemasında bir farklılık olmaya başladı bana göre. Belki tam da yukarıda andığım Türkiyelilik konseptine paralel olarak, belki Erdem’in kişisel/sanatsal seyri o yönde olduğu için, Reha Erdem sinemasına bir mistisizm girdi. Ya da belki doğanın mistisizmi girdi. Gene yanılıyor olabilirim. En azından bu değişikliği yanlış adlandırıyor/tanımlıyor olabilirim. Ama bir değişim olduğunu ben bile görüp sezebiliyorum. Korkuyorum Anne ile ilgili yazdığımda da demiştim:

Reha Erdem’in Korkuyorum Anne (2004) filmini izledim geçenlerde, bir kez daha. Reha Erdem, çok sevdiğim bir yönetmen. Tüm filmleri içerisinde daha az sevdiğim Kosmos filmi oldu. Nedeni de şu: Kosmos’a kadar insanı sinirlerine, kemiklerine, en ince ruh durumlarına kadar mercek altına almış –ama bunu suçlamadan, aşağılamadan yapmış– bir yönetmenin insanı biraz “açıklan(a)mayan” ile anlatması, biraz metafiziğe yaslanması. Buydu beni rahatsız eden Kosmos’da. Belki de (yine) yanılıyorumdur.

Jin yukarıda andığım eğilimin artarak ve genişleyerek kendini gösterdiği bir film, Reha Erdem sineması içinde. Hikayenin çatısı kısaca şu: Jin, 16-17 yaşlarında bir genç kadın. Örgüt içerisinde, dağlarda, ama örgütten ayrılıyor. Neden orada olduğunu bilmiyoruz (aslında bilebiliriz elbet, ama filmin içerisinde buna dair net bir “açıklama” yok biz fani izleyenler için; hoş olması da gerekmez). Yaralı askere öfkelendiği sahnede, babasının –hem de silahı bile olmayan babasının– kaybedildiğini duyuyoruz kendi ağzından. Bir ipucu belki; ucundan tutup siz çekin, diyor yönetmen. Neden örgütten ayrılmak istediğini de bilmiyoruz. Belki ailesine geri dönmek için, belki daha özgür olmak için. Olabilir. Bizim gördüğümüz, bu genç kadının doğanın içerisinde tek başınalığı. Kırmızı Başlıklı Kız göndermesi anlaşılmayacak gibi değil. Karşısına çıkan “kötü” adamlar (kurtlar), yalnız başına ormanda dolaşması, vs. Kırmızı Başlıklı Kız masalının feminist yorumlarını andırır bir gönderme filmdeki.

Sanatta gerçeklik/gerçekçilik meseleleri zordur. Epey zordur. Ben Jin’in reel dünyaya dair bir sözü olmadığını anlıyorum. Böyle düşünmemde hem yönetmenin daha aşkın, daha içsel bir şey anlatma peşinde olmasının büyük payı var. Hem de karakterler, diyaloglar bize bildiğimiz gerçekliğin içinde olmadığımızı bağıra bağıra söylüyorlar. Ama yine de rahatsız ediyor bazı pürüzler. Yaralı askerle Jin’in yaşadıklarında sözgelimi, söylenecek çok şey olmakla birlikte, asker çocuğun Jin’le vedalaşırken “Seninle keşke başka bir yerde, bir çay bahçesinde karşılaşsaydık” yollu sözleri insanı çaresiz bırakıyor. Gülelim mi ağlayalım mı? Stockholm Sendromu mu? Nedir alla’sen! Hem de askerin yalvarması, ağlaması, korkması gibi gerçeğe yakın hareketlerden sonra bunun gelmesi, ah!

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi romanını okuyanlar hatırlayacaktır. Cemil’in, kendisine yazdıklarını getiren Berkan’ın metinlerini okurken “Yapma bunu, yapma bunu” diye bağırası gelir. Çünkü:

Her şey anlamını yitirdiğinde, tutarlılık adına, televizyonda yayınlanan La Liga ve Bundesliga maçları da anlamını yitiriyor. İnsanların ellerini kullanmayıp sadece ayaklarını kullanmaları Cemil’e çok saçma geliyor. Dokuz numaranın saçına gösterdiği özen çok saçma geliyor. Her pozisyondan sonra, oyuncuların ve teknik direktörlerin kameranın kendilerini gösterip göstermediğini anlamak için göz ucuyla stadyumdaki dev ekrana bakmaları çok saçma geliyor ve ‘Yapma bunu! Yapma bunu!’ diye bağırıyor Cemil çünkü anlamsızlık ile ancak cazgır bir maç anlatıcısı olarak mücadele edilebilir, çivi çiviyi söker.” (Sinek Isırıklarının Müellifi, s. 49)

İşte, Jin’in bazı bölümlerinde zor tutuyorsunuz kendinizi “yapma bunu!” diye bağırmamak için.

Jin vurulup o ulu ağaçtan düştükten sonra, dünya biraz daha karardıktan sonra yani, başına toplanan hayvanlar olmasaydı ya da o hayvanların içinde bir akbaba ve çakal olup da Jin’in cansız bedenini yemeye başlasalardı –en azından bu olsaydı– ben de içimden “Yapma bunu! Yapma bunu!” diye bağırmak zorunda kalmazdım! (Ah Cemil, anlıyorum seni)

Reha Erdem’in çekimlerine devam ettiği Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı bekliyorum yine de!

Onur Çalı

İlave: Filmi izleyene kadar, özellikle hiçbir şey okumadım filmle ilgili. Yazıyı bitirdikten sonra okudum; birkaç röportaj, yazılar. Dikkatimi çeken şeylerden birisi şu: Kimileri, filmdeki Kürt erkeklerin kimisi de Türk erkeklerin “kötü” gösterildiği yorumunu yapmışlar :=) Gülmek zorundayım. Acı acı gülme smileysi olsa, ondan koyacağım. Burada Kürt-Türk erkekleri değil, hatta erkekler de değil, insanlar “kötü”. Kaldı ki, erkeklerin “kötü” gösterilmesi gibi bir durum yok bence, kuru gerçek bile bundan fazlası, emin olun. Hem bütün erkekler kötü de değildi; söylemek lazım. İyi kalpli avcı rolündeki kamyon şoförünü unutmayın.

Diğer dikkat çekici nokta da bana teselli ikramiyesi mahiyetinde. Özellikle Notos’taki söyleşisi başta olmak üzere Erdem’in söyleşilerini okuduktan sonra anladım ki yönetmenin anlatmak istediğine epey yaklaşmışım izlerken. Ama buna sevinmeli mi üzülmeli mi bilmiyorum; keşke yanlış algılamış olsaydım da o yüzden sevmemiş olsaydım.

Tekrar etmekte yarar var; bu filmden yaşadığımız somut gerçekliğe dair dolaysız bir söz; “sürece” dair bir şey; örgüt üyeleri (beğenin: gerilla, terörist, militan, eşkıya, vs.) ya da örgüt yapısına dair bir “bilgi” ya da “yorum” beklemeyin. Başka bir şey var burada.

Son: Filmin adı Jîn, yaşam anlamına geliyor Kürtçe’de. Filmdeki kızın adıysa Jin, o da kadın demek. Bir kelime oyunu var. Metin içinde filmi kastettiğimizde italik olarak yazıldı Jin. Başlık da: Jin’e özgürlük! (Hasip, sağ olasın, eyvallah!)

İyi seyirler!