Orhan Duru, “Öykü Yazmanın Sırları” (KaraKutu Yayınları, 2008) adlı kitabında (adına takılmayın; usta öykücünün hem kendi öyküsü, hem 50 kuşağı öyküsü, hem de genel anlamda öykü üzerine güzelim denemeleri vardır bu kitapta) öyküyü kendine özgü bir gerçeği olan ayrı bir yaratık olarak tanımlar. Kendine özgü gerçekliği olan bu yaratığın, gerçekliğini yaratmasında öz kadar biçim de önceliklidir aslında. Çünkü baktığınızda basit bir konusu olan bir öykü öyle yazılmıştır ki, kendini okutur. Hatta o çok bildiğiniz konu, bildik olmaktan çıkar sizin için, yeni bilmeye başladığınız bir şey olmaya başlar. Söz gelimi, Hakkı İnanç’ın kitaba adını da veren öyküsü Bozuk daha girişiyle sizi oturduğunuz yerde kımıldatır: “Piçtim. Ama diğer piçlere soracak olursanız ben, piçten de değersizdim.” (Bozuk, s. 43)

Kitaplarda, e-dergi ve basılı dergilerde, fanzin ve bloglarda bazılarında biçimin, bazılarında içeriğin öne çıktığı öyküler okuyorum. Ama her iki durumda da -sebzesiyle eti ayrı pişmiş yemek gibi- tatsız oluyor bu öyküler. Hakkı İnanç’ın öykülerinde ise biçim ve içerik dengesi çok iyi tutturulmuş; baharatı yerinde öyküler. Şiirsellik seziliyor ama melodrama boğulmuyor okuyan. Sanırım kitapta bu söylediğime verilebilecek en yerinde örnek güzelim Ülfer Hanım:

“Topuklarımı çaktırdığım çizmelerimi alırken ayakkabıcıdan, bir iskarpin beğendim ki tam narin ayacıklarınıza göre. Kredi kartım yarı yolda bırakmasaydı o akşam giyecektiniz de. Belki gülümserdiniz, hı? Öyle severdiniz ki beni, sokağınızın ismi olurdum ya da dizinizde bir kedi. Ah Ülfer Hanım, ne güzelmiş adınız!” (Ülfer Hanım, s. 67)

543104_394147930683839_1757699682_n (1).jpg

Necip Tosun, Hece Yayınları etiketli Modern Öykü Kuramı adlı kitabında, romanda ve öyküde “karakter” konusunu ele aldığı Karakter: Yeni Bir Hayat Teklifi adlı yazısının sonunu şöyle bağlar:

“Öykü yapısı gereği artık ille de bir karakterde yoğunlaşmıyor. Bir damla gözyaşı, sallanan bir mendil, acı bir vapur çığlığı sadece ve sadece bunlar onun konusu olabilir. Bu nedenle karakter bir başına onun için önemli değildir. Ama kuşkusuz bütün bunlardan, öykünün insanı dışladığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü öykü tam da burada, duyan, hisseden, kavrayan insani bir düzlemde var olabiliyor, anlam kazanabiliyor. Değilse insani durumları sorgulamayan, bizi rahatsız etmeyen, bir teklifi ve sunumu olmayan insansız bir öykünün/metnin ne anlamı olabilir ki? Öykü de zaten bu yüzden var, biz de yüzyıllardır bu yüzden hikâye anlatıcısına ihtiyaç duyuyoruz: Kendi hikâyemize bakmamıza imkân verdiği için.” (Modern Öykü Kuramı, s. 119)

Necip Tosun’a hak vermemek elde değil; insani durumları sorgulamayan, bizi rahatsız etmeyen, bir teklifi ve sunumu olmayan insansız bir öykünün/metnin ne anlamı olabilir? Hakkı İnanç’ın öyküleri, aksine, çok canlı karakterleri barındıran, konuşma dilini ustalıkla yansıtan öyküler. Bozuk’taki öyküler, başkalarının ve bizim aslında birbirinden farklı olmayan hikayelerimize baktırıyor bizi. Biz de Mehmet gibi neden böyle olduğumuzu düşünüyoruz:

“Hayır, hayır!.. Böyleyim çünkü doymaz bir bebeğin annesinin memesini emdiği gibi morartana dek emmek istiyorum hayatı bazen ve bazen de morarana dek tutmak nefesimi… Bayram namazına gitmedim diye anneannem bana ‘Senden adam olmaz’ dediği için böyleyim. Askerde emrime verilen erlere söz geçiremediğim için böyleyim ben. Geceleri annemin ölümünü düşünüp ağladığım için böyleyim. İki yıldır işsiz olduğum, babam bile beni yanında çalıştırmak istemediği için böyleyim. Gökyüzünün niçin mavi olduğunu düşündüğüm için böyleyim. Pantolonlarımın paçalarını kıvırdığım için böyleyim. Hızla geçip giden yılların ardından, küçük bir çocuğun elinden yola kaçırdığı plastik topuna baktığı gibi baktığım için böyleyim. Babamla oturup maç izlemek yerine, yatağıma kıvrılıp kitap okuduğum için böyleyim. Boğaç gibi, kızları üzmediğim için böyleyim. Koltuk altı kıllarımı kesmediğim için böyleyim. Allah’ım ben niye böyleyim? Birinden sıkıldığımda ona, annemin Sıdıka Hanım’a uydurduğu ‘Ocakta yemeğim var, şekerim” gibi bir bahane uyduramadığım için böyleyim.” (Böyle, s. 12-13)

Elbette, her okuyan için farklı olacaktır; ancak Bozuk, Hayat Süpermarket, Güvercinboynu ve elbette Ülfer Hanım beni özellikle ve derinden çarpan öyküler oldu. Kitap iki bölümden oluşuyor ve ilk bölümdeki dört öykü bir arada okunduğunda daha da anlamlı bir bütünsellik oluşturuyorlar. Yine, bu iki bölümdeki öyküler arasında fark var. Çok fazla tekniğe boğulmadan söyleyelim, yazarın üslubundan da belli bu fark. Bunu bir olumsuzluk değil, tespit olarak söylüyorum. Belki dosyanın yayımlanması uzun sürdüğünden ve araya çokça zaman girdiğinden böyle olmuştur.

Hakkı İnanç’ın dergilerde yayımlanan son dönemdeki öykülerine baktığımızda da (Sarnıç Öykü’nün 5. sayısında yayımlanan Gece Kırmızı ve özellikle Dünyanın Öyküsü’nün 7. sayısında yayımlanan Tıraş Bahane), bu öykülerin kitabın ikinci bölümündeki öykülere daha yakın olduklarını görüyoruz.

Hiçbir bakımdan vasatı aşamayan romanlar rahatlıkla yayımlanır ve çokça okunurken, öykünün yayımlanmakta sıkıntılara katlanması kader olmamalı. Piyasa denilen garabet ve öyküden uzak duran okuyucu denilen kitle utansın bu durumdan.

Kadınların dünyasını, erkeklerin dünyasını, çocukların dünyasını, taşranın/kasabanın atmosferini (“Bir işkence yöntemi olarak uğultu.” – Yargılar Önden, s. 74) çok iyi bilen; bu bilgisini canlı karakterler ve iyi diyaloglarla bir öykü diline dönüştürüp kendi öykü atmosferini ve dilini yaratan bu genç yazarın öykülerini okuyun. Anlattığı şeyler kadar üslubu da çarpacak sizi. Dile verdiği emeği de sezeceksiniz (verdiği keyif kadar birçok sözcük de öğrendim ben bu öykülerden).

Zaten yazmak, en başta, verili dile karşı girişilen bir savaşım değil mi?

Onur Çalı