
Banasmita’ya
Bir cuma sabahıydı. Aylardan mayıs. Ülkelerden Hindistan. Bayıltıcı bir sıcak çevrelemişti kenti. Kirli ve terliydi her şey etrafımdaki. Köpekler bile. Ben de dahil. Oysa duş alalı iki saat bile olmamıştı. Bir pazarın orta yerindeydim. Baharat kokuları, kurutulmuş balıklar, sulu meyveler… Bir kaç kişiyle gelmiştim buraya. Kurutulmuş balık alacaklardı. Sonra ben onlara Türkiye’deki çocuk gelinler üzerine bir sunum yapacaktım. Hindistan’a da çocuk gelinleri araştırmaya gelmiştim. Araştırmam süresince bana yer desteği sağlayan bir çocuk hakları örgütünün çalışanlarıydı hepsi. Ne garip çelişkiydi, kendi ülkemde bir çocuk gelinle bile konuşmamıştım. Şimdiyse Hindistan’ı karış karış geziyor, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum çalışanları, sosyal hizmet uzmanları ve çocuk yaşta evlenmiş olan kadınlarla konuşuyordum. O zamanlar sömürgecilik sonrası feminizm tartışmalarından haberim yoktu. Bana ait olmayan bir ülkede, araştırma bursu almış olsam bile, çeşitli üstünlüklerle gelmiş, savunmasız kadınlar üstüne araştırma yapıyordum. Başkaları adına konuşmanın etik sorunları, kafamda soru işareti olarak bile bulunmuyordu o zamanlar. Daha kolaydı hayat. Meraklıydım, tutkuluydum. Yeryüzündeki bütün kadınların kızkardeş olduğuna inanıyordum.
Beni en çok etkileyen kadınlardan olan Lakshmi’yle o gün Mapusa’ya gelirken otobüs yolculuğunda tanışmıştım. 13 yaşındayken, kendinden epeyce büyük bir adamla evlendirmişlerdi. Ona, Hindu kadınların neden iki kaşlarının arasına kırmızı bir nokta koyduklarını sormuştum. O da sanki naifliğime şaşırarak gözlerimin içine bakmış, “Hindu kadınlar evlendiklerinde beş farklı işaret taşımak zorundadır. Bindi (kırmızı nokta), küpe, tali (kolye), bilezik ve ayak parmağı yüzüğü. Bu işaretler evli kadınları diğer erkeklerden korumak içindir. Bu işaretleri gören adamlar, evli kadınlardan uzak durur.”
Bunları düşünürken pazara birlikte geldiğim arkadaşlarımı çoktan unutmuş, merakla etrafa bakınıyordum. Televizyonda ya da filmlerde görmeye alışkın olduğumuz kargaşaydı her tarafı kaplayan. Ne kadar hızlı yürümeye çalışırsam çalışayım insanlara çarpıyordum. Erkeklerin çoğu, güneşten yanmış koyu tenime, uzun siyah saçlarıma, hatta giydiğim salwar kameeze rağmen, bir şekilde Hindistanlı olmadığımı anlıyor, beni rahatsız ediyorlardı. Avrupalı, sarı saçlı kadınlara (daha doğrusu Rus kadınlara) Türkiye’de nasıl “her daim sevişmeye hazır kadın” gözüyle bakılıyorsa, burda da Hindistan’dan olmadığı belli olan kadınları öyle haratsız ediyorlardı. Sinirleniyordum. Metroda bir adama tokat bile atmıştım…
Düşüncelerimden sıyrılıp çevreye, kadınlara bakınmaya başladım. Rengarenk sarili, upuzun düz saçlı, genç, yaşlı, güzel, çirkin kadınlar. Bir aydır buradaydım. En çok sevdiğim şey yaşlı kadınların en parlak, en canlı renkleri giymeleri, bilezik ve halhallarını savura savura yürümeleriydi. Ne garipti yaşlanan insanlara renkleri yasaklayan kültürlerimiz! Ne anlama geliyordu “O renk senin yaşına gitmez!” buyruğu? Öyle de güzel gidiyordu ki! Mapusa pazarında mango satan beyaz saçlı, yüzü buruşuk, turuncu sarili kadın, güneşten daha güzeldi.
Arkadaşlarımı kaybettiğimi fark ettim. Onları ararken birden onunla gözgöze geldik. Gördüğüme inanamazcasına kocaman açtım gözlerimi. Uzaktaydı. Gözlerinin katran karasına, gözbebeklerinin ta içine bakakaldım… Durdum, öylece kalakaldım.
Yerime çakılmış gibiydim. Ne bir adım ileri, ne bir adım geri gidebiliyordum. Sadece bilinçsiz, büyülenmişçesine bakıyordum. O, bana bakmaktan çoktan vazgeçmişti bile. Başını kaşıyor, umarsızca çevresine bakınıyordu. Üzerine sinekler konuyor, o kovalamaya bile üşeniyordu. Çok pisti üzerindekiler, kim bilir ne zamandır yıkanmamıştı. Deliler doluşmuştu gözlerine. Ne yaptığını, orada ne aradığını bilmez bir hali vardı. Sanki bütün pazar bir film sahnesinden alınmıştı. O da sahnenin bir parçasıydı. Gelip geçenler onu görmüyordu. Bense ayıramıyordum gözlerimi üzerinden. Mapusa’da, gözleri, gözlerimi mapus etmişti…
Ben sefaletin, pisliğin, zavallığın bir çok şeklini görmüştüm daha önce, dünyanın başka başka yerlerinde. Neden büyülemişti bu genç kadın beni? Aklî dengesi yerinde olmadığından değildi. O pejmürde hali de değildi içimi kanatan, ya da dilenmesi. Ben sokakta yaşayan çocuklar, aileler görmüştüm. Ağlayan kocaman adamlar. Derma çatma evler, çamur içinde yüzen odalar. Bir parça ekmek için dilenen bedenler. Gözlerine perde inmiş uyuşturucu bağımlıları. Neydi mapus eden beni onun gözlerine?
Bir sesle irkildim “gidiyoruz!” dediler. Peşlerine takıldım, yürüdüm gittim. O kadını, o pazar köşesini fotoğraflayıp, arşivledi beynim.
Çok zaman sonra anladım. Ben orda, Mapusa’da, o genç kadında sefalet, kimsesizlik ve zavallılık adına, bildiğim ne varsa, hepsini bir arada gördüm. İşte buydu beni gözlerine mapus, dilimi lâl eden.
***
Mapusa pazarından bir ay sonra kendimi Mahatma Gandi’nin evinde buldum Yeni Delhi’de. Gandi, yaptıklarına hayranlık duyduğum nadir insanlardan biridir. Evinin duvarlarında yaşamına ait izlere bakarak, söylediklerini okuyarak kaybettim kendimi saatlerce. Bir cümlesinin önüne geldiğimde durakaldım. Aşağı yukarı şunu diyordu Gandi: “Ey siyasetçiler! Yeni siyasalar geliştirirken aklınıza o güne kadar gördüğünüz en fakir, en sefil, en kötü koşullarda yaşayan insanı getirin. Ardından kendinize sorun: ‘Bu yeni siyasa o insanın hayatında bir ilerleme sağlayacak mı?’ Ancak cevabınız olumluysa o siyasayı uygulayın.”
Gandi’nin sözü bir çentik attı yüreğime. Üç senedir orda, hep de orda kalacak. Siyaset ya da bilim kimin için, kimin adına yapılmalı? İnsanların koşullarını daha iyi hale getirmeyecekse ikisinin de ne anlamı var? Haksız güç ve çıkar ilişkilerini ortaya çıkarıp, sorgulamayacak ve değiştirmeye çalışmayacaksa yaptığımız şey sadece zaman kaybı değil mi?
***
Mapusa’daki kadın, hâlâ rüyalarıma giriyorsun. Senin için hiç bir şey yapamadım, affet; ama geleceğe dair hedeflerimi, inançlarımı sen şekillendirdin.
İyi ki gözlerin, gözlerimi mapus etti.
Şule Tomkinson
Ankara Kitaplığı ödülü almıştır.