
“Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne benzemez. Büyük alevler vardır, küçük alevler, her renkten alev. Kimi insanların alevi öyle durağandır ki rüzgârda bile dalgalanmaz, kimi insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır. Kimi saçma alevler ne tutuşur ne de ışık serperler; kimileri de öyle bir canlılıkla yalazlanırlar ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız.” (Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, s. 7)
Galeano’nun “Dünya” adlı anlatısındaki bu paragrafı okuyunca özel ya da önemsiz, çarpıcı, sönük, belki büyüleyici birbirinden farklı insanın alevle ancak bu kadar güçlü anlatılabileceğini düşünüyoruz. Bu güçlü anlatımda benzetilenin etkisini de hafife almamak gerek elbette, “Dokununca yakan ama uzağında da kalınamayan düş dünyasının vazgeçilmez unsuru ateş.”
Melike Uzun’un “Ateş Öyküleri” adlı yayımlanmış ilk kitabını okuyunca içimizde ateşe dair olumlu ne varsa uçup gidiyor. Koskocaman bir utançla kalakalıyoruz. Galeano’nun rüzgarda dalgalanan alev metaforu yerini yakan, yok eden, küle dönüştüren bir gerçeğe bırakıyor. Yazarın kitabıyla aynı adı taşıyan ve birbiriyle bağlantılı kurgulanan dört öyküyle ateşin bu ülkede hatırlattıklarını okumaya başlıyoruz. İlk öykü “Hayata Dönüş Operasyonu” olarak da bilinen 19 Aralık Katliamı’nı anlatıyor. Sırf ekonomik nedenlerle evlilik yapan bir abla ve onun görgüsüz kocası ile emeğe değer verilen, eşit ve özgür bir dünyada yaşamak için mücadele eden Mert etrafında gelişiyor hikaye. İkinci öykü Mert’in yaşantısına, inandığı davaya, arkadaşlarına, üye olduğu örgütün çelişkilerine daha da yaklaştırıyor bizi. Üçüncü öykü, Sivas Katliamı’nı anlatıyor. Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Otel’de otuz beş kişinin muhafazakar dindarlar tarafından yakılarak öldürülmesinden yola çıkarak kuruyor öyküsünü. Öykü bu katliamda ölen Yusuf’un öyküsüdür. Tıpkı ilk iki öyküde olduğu gibi birinci öykü bir yakınının, ikincisi sevgilisinin gözünden anlatılıyor. Yazarın kurgusunda dikkati çeken bir özellik, bir öykünün yüzünün diğerine bakması yani öyküler arasına pencereler açması. Kurgudaki bu özelliğe başka yazarlarda da rastlamak mümkün. Yalnız Melike Uzun ülkemizin tarihinde, gerçekleştikten sonra hızla unutturulmaya çalışılan, hatta hiç yaşanmadı sayılan bu katliamları yazdığı öykülerle hafızamıza kazımak istiyor ki bu pencereler onun öykülerinde, katledilen insanların yaşamına uzaktan değil yakından bakmamızı sağlayacak kadar büyük ve aydınlık. Kitapta özellikle bu öykülerde anlatıcının kadın olması bize yazarın bunu özellikle tercih ettiğini düşündürüyor. Sevgili, eş, anne, abla olarak bildik bir coğrafyada gezinerek birtakım duyguları yakalamak istediğinden belki de. Bu kadınların ortak özelliği ise hepsinin yaşananlardan sonra hayatlarının kalanını köprü altlarında geçirmeleri. “Yürüdüğüm bulvarı, diğerine bağlayan köprünün ayağındaki iki üç ağacın altında yeni yeni canlanan çimenlerin üstünde, bir saray hanımefendisi edasıyla oturan o kadını görüverdim. Gururlu. Güneşin yakıcılıktan uzak, yumuşak pırıltısıyla aydınlanmış, rahat… Kirden keçeleşmiş saçları, kararmış yüzüne rağmen parıl parıl gülümsüyor. Alay eder gibi, boşluğu yüzümüze vurmak ister gibi… Beni, korkularımı küçümsüyor sanki. İçimdeki tonlarca ağırlığa karşılık, o, sere serpe, hafif, oturuyor. Önemsediğim bir sürü şeyi yalanlayan bir anıt gibi karşımda. Ölümü bekleyen bir derviş…” (s. 11-12) Yazar, öykülerin sonundaki bu kadınların meczup halleriyle okurlarına şu soruyu soruyor: Bunca şiddete, çaresizliğe, ölüme kayıtsız kalarak yaşamak mı yoksa çağdaş zaman dervişi olmak mı daha kötü?
“Sumru” ve “Sumru’ya Tanıklık” adlı yine birbiriyle bağlantılı iki öyküde, hemen her gün bir kadın ölümüne uyandığımız şu günlerde Sumru’nun nezdinde çoğu kadının eşleri, sevgilileri, akrabaları tarafından gün günden yok edilişlerine tanık oluyoruz. Yazar bu sefer kadınların içindeki yangınla ateşi anlatmaya devam ediyor. İlk öyküde Sumru despot babasını, üniversite yıllarını, hayallerini, hayatına giren erkekleri, fedakarlıklarını, onları mutlu etmek, bazen bir tatlı söz için yaptıklarını düşünüyor. Yıllardır gözünün önünde duran ve ona değer veren tek erkeği nasıl olup da fark edemediğine hayıflanırken artık ona doğru bir adım atmaya karar veriyor. İkinci öyküde Sumru bu hamleyi yaparken, zamanın kadınlar için daha da acımasız olduğunu ve senelerce ona sevgiyle şefkatle bakan gözlerin artık ondan çok sıkıldığını hiç hesaba katmıyor.
“Fuşya” adlı öyküde ise mezhep farklılığı üzerinden kırılgan bir yaşantıya tanık oluyoruz. Öyküde yazar “önemli olan insan olmak” sözünün arkasına sığınıp durumu kurtardığımız ama hiçbir zaman içimizi ruhumuzu kurtaramadığımız mezhep sorununa değiniyor. “Canan çok uzak bir Akdeniz köyünden evimize geldiğinde sevdalı bir genç kızdı. Hepimizden farklı. Günlük yaşamımızı ören küçük alışkanlıkların tümü; hoş gören, ışıldayan, karşısındakini eğip bükmeyi başaran bakışları; her şeyiyle bambaşka… Kalabalık ailemiz onun gelişiyle kısa bir süre sütliman olmuştu. Annem dışında… Hep söylenirdi. O gelmeden önce de… Şimdi de… “Murdarlar, ezan vakti şarkı söylüyorlar. Manyak bunların ikisi de. Oğlum sınıf birincisiydi hep, akıllıydı, bu aptessiz aklını başından alana dek.” (s. 52)
Kendi inançlarımıza göre yaşamayanları, bu toprakların zenginliği olarak görüp birlikte yaşamak şöyle dursun onları çocuklarımıza anlatırkenki yaratıcılığımız yazarın da dikkatinden kaçmıyor. “Sabah sofrasını topladıktan sonra doğru Nuriye teyzelere… Kahve yaptırırlardı bana. Bir fincan kahve içimine Nuriye teyzenin geliniyle Canan yengemin kötülükleri sığardı. Nuriye teyzenin gelinini acımasız, kötülük dolu bellemiştim de annemin anlattıkları… Canan yengem değildi sanki evimizde yaşayan, başka dünyadan düşmüş bir yaratıktı… Kulakları upuzun, ağzı yayvan, gözleri çekik, insana benzemeyen bir şey.” (s. 54)
Yazarın bu hüzünlü öyküde, intihar eden Canan’ın saçlarının ve yüzünün ipte sallanırkenki halini “fuşya” adlı çiçeğin görüntüsüyle betimlemesi üsluptaki becerisini kanıtlıyor. Fuşya adlı halk arasında “küpeli çiçeği” olarak da bilinen ve söylerken bile insanda türlü çağrışımlar uyandıran böylesine güzel çiçeği bir intiharın imgesi olarak sunmasıysa kitabındaki diğer öyküleri hakkında okuyucusuna ipuçları veriyor.
“Yok Oluş” adlı öyküde ise oğlunu gözaltında kaybeden Leyla’nın içinde hiç küllenmeyecek bir ateşin onu günden güne nasıl tükettiğine tanık oluyoruz. Aslında Leyla kendi yaşamıyla, doğrularıyla inandıklarıyla oğlunun yaşamının rotasını da usul usul çizmiştir. Özgür’ü koruyamadığını düşündüğünden onu öldürenler kadar kendinden de nefret eden Leyla için bu cendereden kurtulmanın tek yolu vardır: “Ölüm.”
“Lanetli Günler”, “Kafadaki Film”, “Bazı Yanlışlar”, “Dolunayda Mektup”, “Bok Çukurunda Şiir”, “Gerçek Düş” Melike Uzun’un “Ateş Öyküleri” adlı kitabındaki dokunanı yakan diğer öyküleri. Yazar, geçmişi ve hatırlamayı önemsiyor. Melike Uzun, hatırlamanın ancak unutulunca mümkün olduğunu bildiğinden kalemini unutuşa çare olarak çalıştırıyor.
Bu kitabı okuduktan sonra ateşe Galeano gibi bakabilecek miyiz?
Ölümü neredeyse kanıksadığımız bu ülkede unutmaya başlayanlara hatırlatmak için ateşe dokunmaya var mısınız?
Sibel Doğan
Öykü Teknesi dergisinin 26. sayısında (Mart-Nisan 2012) yayımlanmıştır.