Hüsnü Arkan, dördüncü romanı “Uyku”da vicdan, adalet, ahlak, sorumluluk, yaşam-ölüm, inanç, aşk gibi insanlığın evrensel soru(n)larını düşle gerçek arasında gidip gelen bir anlatımla ve ustalıkla ele alıyor.

fd649-9c9bef48eb5c8057b54b6302ed214a2f

Kitap Voltaire’in “Candide ya da İyimserlik” kitabından bir alıntıyla, Pangloss’un sözleriyle açılıyor. Pangloss, kısaca bahsetmek gerekirse, Voltaire’in bu kitabında kilise ve başta Leibniz olmak üzere bazı filozofları eleştirmek için yarattığı bir karakterdir; her şeyin mükemmel olduğunu söylemektedir. Romanın anlatıcısı Müdür Bey, bir Pangloss karşıtıdır; yani yaşadığımız dünyanın Pangloss’un iddia ettiğinin aksine mükemmel olmadığını düşünmektedir. Her şey Müdür Bey’in Pangloss Karşıtları adlı örgüte dahil olmasıyla başlar. Müdür Bey yaşadığı dünyayı değiştirebileceğine inanmaya başlamıştır. Romandaki ilk kırılma burada yaşanır.

Daha sonra Müdür Bey, Pangloss Karşıtı olmasından dolayı tutuklanır ve cezalandırılır. Daha doğrusu uyutulma cezasına çarptırılır. Romandaki ikinci kırılma da buradadır. Bundan sonra, Müdür Bey yeni bir hayata başlar (ya da yeni bir düşe). Bu yeni hayatında vicdanının sesini dinlemeye çalışır. Okur olarak biz de Müdür Bey ve diğerlerinin yaşadıkları üzerinden vicdan, ahlak gibi kavramları sorgularız. Ormanın, hayvanların ve bitkilerin sesleri olduğunu, onların da konuştuklarını öğreniriz. Kuşkusuz bu, yazarın insanın doğadan ve dolayısıyla kendisinden de uzaklaşmasına, yabancılaşmasına getirdiği bir eleştiridir; anne keçiden dinleriz:

“Ormana girip ağaçları kesiyorlar, keçileri öldürüyorlar… Keçiler konuşuyor ve düşünüyor olmasaydı, onları savunmak aklınızdan geçer miydi? Ağaçların konuşmadığını ve düşünmediğini var sayarak kendinizi yüceltiyor olmayasınız? Nereye kadar gidecekler, biliyor musunuz? Ormanı yok etmeye kadar… Bugün keçilerin etini yiyorlar; çünkü buna ihtiyaçları var… Yarın çamların ve kestanelerin kanını akıtacaklar. Buna gerçekten inanıyor musunuz? Çamların ve kestanelerin kanı olduğuna… Hayır! Çünkü şunu biliyorsunuz ki, çamların ve kestanelerin sizin kanınıza benzeyen kanı yok!”

Hüsnü Arkan, Uyku‘da, özellikle “Ölü Kelebeklerin Dansı”nda olmak üzere diğer romanlarında da olan “gerçekliğin ne olduğu” sorununu oyuncul ve ironik bir anlatımla kotarıyor. Bir bakıma gerçek dönüşüyor, başka biçimlere giriyor, başka bir şey olabiliyor. Düşle gerçek iç içe geçiyor, ayrılmıyor sanki, ayıramıyorsunuz; hatta bir süre sonra “zaten ne fark eder ki” diyorsunuz. Belki de asıl gerçeklik, adına düş denilen şeydir, diye düşünüyorsunuz. İşte roman böyle bir zenginleştirici belirsizlikle sürüyor ve tamamlanıyor. Aslında, okuduğumuz hem acıtıcı bir gerçek hem de oyuncul bir düştür; hem oyuncul bir gerçek hem de acıtıcı bir düştür.

Müdür Bey’in defterine not ettiği gibi; “İnsan, aklanmayı, olumlanmayı, bağışlanmayı kendi uyduruyor. Cennet ve cehennem gerçekten olsaydı suç işlemezdik, kırmazdık, öfke diye bir şey olmazdı. Bütün bunları yaptığımız için bu masallara gereksinmemiz var. Çünkü cadılarla, kötü devlerle, zebanilerle, şeytanla, yani uydurduğumuz yalanla savaşarak kendimizi iyi hissetme olanağına sahip oluyoruz. Gerçek savaşların ve gerçek barışların yerine bunları koyuyoruz. Hiçbir masala gerçekten inanmıyoruz; inanıyormuş gibi yapıyoruz; ahlaksız birinin korkularına sığınıyoruz. Düzmece, vicdanı dışlayan, biçimsel bir ahlak uyduruyoruz ve bu ahlak korkularımızla besleniyor.

***

Uyku ile Ölü Kelebeklerin Dansı arasında kurgusal bir gerçekliğe dayanmalarından dolayı bir benzerlik kurmuştuk. Ölü Kelebeklerin Dansı’nda, aslında bir ölü olan Haldun, normal yaşamdaki gibi “yaşamaya” devam ediyordu. Uyku’da da Cambaz benzer bir dilekte bulunur; “Öteki tarafa cümbürcemaat gidelim! Bizi orada da düşmanları bilsinler; yine böyle bir yere sürsünler. Bağışlanma filan da olmasın, iyi mi?

Bir başka benzerlik de yine göndermelerin, sözgelimi Tevrat’a olan göndermelerin iki kitapta da olması. Uyku’da, saksağanlara futbol oynamayı ve keçilere konuşmayı öğreten kişinin adının Süleyman olması (kuş dilini bilen ve hayvanlara hakim olan Süleyman Peygamber’e gönderim) bunlardan sadece bir tanesi.

Bu göndermeler ve diğer alt okumalarla, kitaptaki düşsel, ütopik, fantastik ya da kurgusal gerçeklikle günümüzdeki birçok gerçek arasında paralellik kurabiliriz, eğer istersek.

***

Vicdanın, dinle birlikte anılmasından ötürü anlamı aşınmıştır. Oysa vicdan çok önemli bir kavramdır. Okur olarak, romandaki kurgusal gerçeklerlerle ya da düşselliklerle yaşadığımız hayat arasında benzerlik kurma hakkımızı istediğimiz gibi kullanabiliriz. Müdür Bey’in Bay Pangloss’a seslenişi bizim kendimize seslenişimiz de olabilir: “Kendiyle derdi olmayanların başkalarıyla da derdi yok, biliyor musunuz? Sabahları kalkıyorum, kızımı okuluna götürüyorum. Afrika yokmuş gibi davranıyorum.”

Uyku, sadece vicdanımızın uyumaması için bile okunabilir.

Onur Çalı

30.01.2009 tarihli Radikal Kitap’ta yayımlanan yazının tam metnidir.